Neden Hiç değil de bir şey var?
Bir şeyin olduğunu kim görmüş?
Öyleyse:
Neden bir şey değil de Hiç var?
“Varlık” kavramı ifade edilemeyendir. Çünkü Varlık varolan olarak idrak edilemez; Varlık varolan gibi bir şey değildir. Varlık varolan değildir. Gökyüzü mavidir tümcesini herkes idrak eder ancak herkesin idrak ettiği bu tümce sadece anlaşılamayanı beyan eder. Bu tümce yalnızca bir Varlık anlayışı içinde yaşadığımızı açıklar, aynı zamanda Varlık’ın bir bulmaca olduğuna işaret eder.
Varolan, varolma (mevcudiyet) yapımızla ilgilidir, Varlık ise kendi içinde aranmalıdır ve o ancak kendi içinden anlaşılabilir. Varolma günümüzde bir kültür buhranı içinde parçalara bölündüğü için başlangıçta Varlık ile olan birliğinin ve bütünlüğünün yeniden sorgulanması gerekiyor. Dolayısıyla Varlık ancak kendi içinde anlaşılabilendir belitini doğru anlamak gerekiyor. Yaşam idrak edilemeyendir; “yaşam us dışıdır” tezi Nietzsche’den beri gelen Bergson’da, Dilthey’de ve başkalarında felsefi içeriğini alırken, sanat, edebiyat, şiir ve müzik dünyası da bu tezi derinlikleriyle inceler ve yorumlar. Hatta felsefecilerin büyük bir çoğunluğu Varlık’ı ve varolanı idrak etmek için edebiyatı, sanatı bir yöntem olarak kullanırlar. Felsefe bir disiplindir ve bütün diğer disiplinlerin öncüsüdür ancak felsefe usa dayanır demek gülünçtür. Hatta felsefe usun bittiği yerde başlar demek filozoflara daha yakışır. Katı sistemlerle düşünen ve yazan kimi filozoflar bile felsefenin yani bir disiplinin bittiği yerde düşünmenin başladığını söylemişlerdir haklı olarak. Filozoflar felsefeden edebiyata yönelirken, edebiyatçılar da felsefeye yönelirler.
William Blake insanın dört parçadan oluştuğunu ve bu parçaların dogmatik ve fanatik düşünceler sonucu insanı kendinden uzaklaştırdığını anlatmaya çalışır. Us, beden, yürek ve bilinçaltı (imgelem). Cennetle Cehennemin Evliliği eserinde şöyle der: İnsanın bedeni ruhundan kopuk değildir. Çünkü beden denen şey sadece ruhun bir parçasıdır. Enerji biricik yaşamdır ve bedenden gelir. Ve us ise enerjinin kısıtlanmasıdır. Enerji ebedi mutluluktur. İnsan bu bölünmüşlüğünü, bu temel çelişkiyi çözerse ki, bu ancak pozitif ve negatif enerjilerin bir arada yaşamalarını sürdürerek gerçekleşir, doğal ve eşit düzen tekrar kurulacaktır. Geniş bir imgelem ile konuyu işleyen Blake gerçek ile düş arasında gelir gider. İmge ve imgelem Blake’ın felsefisini derinleştirdiği gibi onu zorlaştırır da. Ancak gerçeği yansıtmak için gerçeküstü resimlerle oynamak gerekiyor. Sağduyulu insanlar anlamazlar bu dilden, çünkü onlar sağ duyunun sol duyu olduğunu bilmezler. Ne demişti Kant: sağduyu genel duyudur. Genel ise ancak önüne sürüleni görür, ötesini ne görür ne de duyar. Genelin dili kendinden önceki genelin dilidir. Gecenin karanlığında parıldayan yıldız, ışınlarını saçar ve ben ışıldayan bu parlak yıldızı görürüm. Gördüğüm gerçek midir? Tüm yanılsamaları bir kenarda bıraksak bile bu sorunun yanıtı ne olabilir? Gördüğüm parıldayan yıldız gerçek midir yoksa bir varsayım mıdır? Parıldayan yıldızı görüyor olsam bile, görmenin kendisini görebilir miyim? Elimi sokan arının acısını hissederim ama acının kendisini de görebilir miyim ve hatta algılayabilir miyim? Sözü geçen gerçekleri dış algılamalarla mı yoksa iç algılamalarla mı kanıtlayabilirim? İç algılama tasavvurdan oluşursa gökyüzünde parıldayan yıldız kimin tasavvuru? Gerçek ne olursa olsun, karşımdaki her şey imgedir. Gördüğüm belki de edimsel bir imgedir, ancak görmeden elde ettiğim imgeler de var. Bilincimin üstünde ve altında, kokladığım, tattığım, düşlediğim vesaire ve vesaire. Beynimin kimyasal-biyolojik süreçlerinden üretilen imgeler devasa boyuttadır. İmge olmadan bilgi elde edilemez. İmge hem ussal hem de ussal olmayanı yaratır. “Tanrı vardır” tümcesi göze görünmeyen, en azından gündelik hayatta göze görünmeyen Tanrı’nın varlığını varsayar. “Tanrı yoktur” tümcesi ise Tanrı’nın yokluğunu varsayar. Birinci tümce yaratıcılık içerirken ikinci tümce yaratıcılığa hayır demekle yetinir. Yaratıcı imgelem düşün ve sanat alanlarında yaygındır. Benim burada tanımını yapmak istediğim, imgelem gücü ve yaratısı neredeyse sınırsız olan ve kendisine haklı olarak Düşlerin Ressamı adını veren Serbest Vezin Sembolik Şizofreni adlı kitabın yazarı ve yaklaşık on albümün sahibi müzisyen Murat Yılmazyıldırımdır.
Neyi resimliyor Murat Yılmazyıldırım?
Bu metnin girişindeki soruyu anımsayalım. Kendi kendini kemiren bu soru şairin çıkış noktasıdır; hem şiirlerinde hem de kitabında. Hiçlik (Yokluk) şu veya budur dense de neticede onun ‘olmayan şey’ olarak ifade edilmesi genel bir bakıştır. Buna göre olmayandan olmaktır yaşam. Bu yanıt kendi içinde çelişkisini de içerir: Olmayandan bir şey olmaz; yani Hiçten Hiç doğar. Hiç’i nerede bulacağız, nerede Hiç’le karşılaşacağız eğer Varlık’ta bulamazsak? Bu nedenle de Hiçlik sorusu özü itibariyle Varlık sorusudur. Gündelik hayatta Hiç’in Varlık’ın inkârı olduğunu biliriz ya da böyle düşünürüz, çünkü Hiç’le karşılaşamayız: Hiç yoktur. Onun yerine binlerce ideoloji vardır insanı rahatlatan, susturan, sarhoş eden. Oysa bu ‘yoktur’un arkasında başka bir şey gizlidir: Derin bir iç sıkıntısı, derin bir havf, varoluş karşısında derin bir şaşkınlık ya da derin bir aşk Hiç’i karşımıza getirebilir bir an: Ve o zaman neye uğradığımızı bilemeyiz, işte-Hiç!
Uyuyuş ve Uyanış adlı şarkının can alıcı tümcesi insanı bu şaşkınlıktan alıp Varlık’ın sıcak ve Hiç’le kaynaşan ve onunla eriyen mavi kucağına yavaşça indirir: Varlık ve yokluk, bütün resimlerin çözülen denklemidirler. Hiç, kayıp erimekte olan Varlık’ta ve varolanın içinde kendisini gösteriyor. Kendi kendine varolan inkâr edilemez. Hiç, varolanı kendine çekmez, tersine onu kendinden uzağa fırlatır. Ancak kökten görünen Hiç, Varlık’a akar ve varolanda nüfuz eder. Mevcut olmak, Hiç içinde Varlık’ı devam ettirmek demektir. Kendisini Hiç içinde devam ettiren şair, bütünlüğü ile varolanı aşar. Varolanın bu dışına çıkmasına aşkınlık deriz. Aşkınlık aşkta doruk noktasına ulaşır. Mevlana bunun tanınmış örneklerinden biridir. Eğer şair aşkınlığa erişmeseydi, Hiç’le ve neticede kendi kendisiyle yüzleşemezdi. Bu yüzleşmedir Serbest Vezin Sembolik Şizofreni’nin özü ve şairin tüm şiirlerinin sesleniş nedeni. “Aşkın hüzünler çoğaltan kuyusundayım. Durmadan, evet hiç durmadan akıyorum sonsuz boşlukta. […] Düşsel bir aşkı düşsel olmayan bir sonla noktalayacağım.” Hem gerçeğim hem düşsel. Tanrı paylaşıyor hayatı benimle. Tanrı burada emreden değil, Tanrı aşığın içindedir, dışa seslenen ve dışı paylaşan iç. Gündelik hayat uyuyuş ise uyanış da Hiç’in verdiği aşkınlıktır. Güneşin Aya olan aşkıdır şairin heyecanı, içtepisi ve ateşi. Gidiyorum karanlıklar örtünmüş bu dünyadan. Ölümün yokluk olamayacak kadar derin ve büyük anlamlar barındıran yanını öğrenmiş bir dünyalı olarak. Ve kitabın ana konusudur güneşin aya olan aşkı. Ve bu âşıkları bir araya getiren şair, çocuk kalbiyle düşlere soyunur.
Ay:
“Ben ışıklar prensesiyim. Göğün karanlık örtüsünde görünen şu milyonlarca yıldızsa hiç kurumayıp orada öylece duran gözyaşlarımdır benim. […] Sessizliğin dikensi diliyle kanayacak bedenim; ruhumdaki ışık küçülüp sönene kadar. Karanlığın kuyusunda siyah gözlerle bakacağım dünyaya ve sevgili bana olan aşkından günden güne kaybedecek ateşinin gücünü akıttığı gözyaşlarıyla. O da küçülüp sönecek ve mavi dünya sonsuz ölümcül bir uykuya çekilecek benim yüzümden. Tanrı böyle bir hüzün yaşamamızı dilemişti benden. Ama ruhlarımızda taşıdığımız sevginin kutsal değerler kadar büyülü ve olağanüstü olduğunu görürse, yaşamlarımız ve gezegeninizin geleceği adına yardım edeceğini söylemişti bana.”
Tanrı, bu yardımı çocuk kalpli şairden isteyecekti zamanı gelince.
Güneş:
“Varolduğum ilk günden beri yorulup uykuya çekildiğim geceler boyunca, göğün karanlık derisini aydınlatan pamuk yüzlü aya âşık olarak yaşadım ve halende yaşamaktayım. Özlemim kaynayan ateş kuyularında darmadağın olup yanıp kavrulurken, hep onun serin dudaklarından bir kez olsun öpmek istedim. […] Ateşimin gücü tükendi gitgide. Gözlerimden kopan hüznün ateş kuşanmış gözyaşları, bedenimi eritip zayıf düşürmeye başladılar. […] Aşk adına çektiğim bütün acılar, biliyorum ki beni özlemimin uzağında tutacak hep ve sonsuz ölmelerin bataklığında yutacak.”
Ve Tanrı, çocuk kalpli şairden yardım istedi. Ve ay güneşten gebe kalmıştı dünyaya.
Kitabı okumayan ve sadece şarkılarını dinleyenler, daha sonra kitabı okuyunca anlayacaklar ki, 2002 yılında yayımlanan Serbest Vezin Sembolik Şizofreni şairin şarkılarının temelidir. Hüzün Kovan Kuşu, Uyuyuş ve Uyanış, Gözyaşı Ağacı ve diğerleri bu kitapta meyvelerini çoktan vermişler.
Çiçek Memeli Kadın ve onun Altın Bebeği, Yaseminler, Mum Kızı, yolların gezginci yeli Samado ve Su perisi, o ki “Sulardan yaratıldım, vaktiyle küçük bir gözyaşıydım ben” der ve “aşk yeniden doğacak ana rahminden bir bebeğin dünyaya gelişindeki başkalık gibi destansı ve masalsı” diye sözlerine devam eder ve yasemin çiçeğinin ruhunu ödüllendirir. Çiçek Elbiseli Kadın yeraltının karanlık mağaralarındaki yürüyüşlerinde, çirkinleşen insanı ve çirkinleştikçe verimsizleşen ve savaşan insanı görür. Ona Gözyaşı Ağacının damlalarını verir kalbindeki toprağa dikmek için, yeniden yeşermesi ve sevgi taşıması için. Serbest Vezin Sembolik Şizofreni’nde sıcakla soğuk sevişirler ve dünyanın acıyan insanına ılıman giysiler giydirilir. Çiçek Memeli Kadın düşün rahmidir ve onun yaratıcısıdır, o barıştan yanadır ve sevgiden ve aşktan. Blake’ın sunduğu doğal ve eşit düzen bu kitapta şairin düş gücüyle gözlerimizin önüne serilmekte.
Yeryüzü ve gökyüzü. Tanrısal olanlar ve ölümlüler. Kendiliklerinden karşılıklı bir aradadırlar. Bu biraradalık sadeliktir. Örneğin bir araya gelen dağlar dilimizde sıradağlardır; biraradalık içindedirler. Tanrısal olanlar ölümlülere Varlık’ın sırrını armağan edenlerdir. Bundan dolayı Tanrısal olanlar onlardır, onlar içindeki Tanrı’yı görebilen ve bunu yansıtabilenlerdir. Bunu yansıtabilmek için insanın kendini yeniden doğurması gerekiyor. Şair imge gücüyle ve ruhundaki sevgi ve aşk enerjisiyle bunu sunabiliyorsa, okuyucular ve dinleyiciler güneşin aya olan aşkına kendi hayatlarında soyunabilirler. Murat yılmazyıldırım yalnızca düşlerin ressamı değil, aynı zamanda düşlerin felsefecisidir. Türkiye’de şiir ile felsefeyi seviştiren biricik müzisyendir.
Her Tek yansıma içinde kendi varlığını yaşar. Gökyüzü güneşin yoludur, Ayın yörüngesidir. Yeryüzü, denizleri, nehirleri ve dağları, bitkileri ve hayvanları ve ölümlüleri besleyendir. Göğün bize yansıyan bölümü onun yüzüdür, yerin bizi kapsadığı bölümüyse yerin yüzüdür, yeryüzüdür. Gök ve Yer ise bilinemeyendir. Kant’taki Kendinde şey bu bilinemeyendir -işte.
Bilinemeyeni bilmek, bildirmek, bilmeye dönüştürmek; anlamak, idrak etmek ve ifade etmek, belirtmek ve resimlemek, dillendirmek, dile dökmek, dilselleştirmek, resimleştirmek, bilmek. Bilinmeyen ölümlünün idrak edemediğidir ve ölümlü onu hiçbir zaman idrak edemeyecektir, aşkı ve sevgiyi yalın yaşayamıyorsa. Gizemli olan kendini ancak gösterebilir, der yaşlanmadan ölen bir filozof. Yani gizem idrak edilemez ve ifade edilemez. Nasıl gösterir kendini gizemli olan? İşte-Ay güneşten gebe kalmıştı dünyaya. Ve Varlık ve yokluk bütün resimlerin çözülen denklemidirler. Bilinmeyen hep var olacaktır, oysa bilinmeyen, bilinmeyen olduğundan yokluk kapsamında sayılmaktadır yani yok düşünülmektedir. Oysa biz Varlık ve Yokluk’u (Hiçlik’i) yakınlaştırmaya çalıştık. Bu, mesafenin kalktığı noktadır. Ancak bu yapay bir mesafesizlik değildir. Yapay mesafelerde yakınlaşarak uzaklaşırsınız birbirinizden. (Uçakla Amerika’ya giderek Amerikalı olmazsınız ve Amerika’yı içinize almazsınız). Demek ki iç ve dış her zaman bir arada olmazlar, biraradalık yaşayamazlar. Varolmak, Varlık ile Yokluk arasında bir köprüdür – ideolojisiz, bayraksız, yabancılaşmadan, dışımızda ölmeden, içimizde sönmeden. Ancak bu durumda mavi gezegende varolmayı maviye layık bir şekilde kurabiliriz.
Varlık’ı, Varlık kanıtlayamaz. Varolanı vareden, Varlık ötesinden gelir ancak: Hiçlik tohumlarının Varlık Çiçekleri.
(Murat Yılmazyıldırım: Serbest Vezin Sembolik Şizofreni. Beyaz Balina Yayınları, İstanbul 2002)