TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ATATÜRK DÖNEM KÜLTÜR VE SANAT ANLAYIŞI
Gülcan BAŞAR AKKAYA
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı izleyen yıllardan itibaren Atatürk’ün çabalarıyla gerçekleştirilen geniş kapsamlı reformlar “Atatürk Devrimleri” diye adlandırılır. Her alanda yapılan bu devrimler bir bütündür. Bu bütünlük Atatürk’ün dünya görüşüne, bilim, uygarlık, kültür ve sanat anlayışına dayanır. Kültür ve sanat alanındaki gelişmeler izlenirken “bütünlük” ilkesinin gözönünde bulundurulması gereklidir. Devrim, hemen hemen her alanı etkilemiş, kendi amacı doğrultusuna çekmiş, onları yeni bir dünya görüşüyle canlandırmıştır.
Atatürk dönemindeki tüm yeni oluşumlarda Atatürk’ün başlatıcı, yönlendirici, hızlandırıcı varlığı ve gelişimi kıvançla izleyen keskin bakışı görülür. Yine de her sanat dalında devrimci gelişim, kendi ileri hattında sürdürülmekte; bazen biri ötekinden daha çok çaba, özveri, süre getirmekte, dolayısıyla o kesimde devrimin amacı ve tutumu daha açık belirmektedir.[1]
Cumhuriyet’in ilanından sonra devrimlerin uygulanabilmesi için, saltanat ve hilafetin etkilerinin silinmesi de gerekmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olan halkçılık ve bunun doğal sonucu olan ulusal egemenlik, kültür ve sanat politikasının karakterini oluşturuyordu. Bu politikanın ülkenin heryerinde herkese uygulanan bir program olması hedeflenmişti. Bu kültürün yaygınlaşmasındaki en önemli mücadele alanlarından başlıcası eğitim alanıydı.[2] Bu amaca hizmet için öncelikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) çıkarılmıştır. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, öğretim ve eğitimin birliğini sağlamış ve bunun yanısıra medreselerin de kaldırılması gerekmiştir.[3] Kültür alanındaki gelişmelere hız kazandıran önemli bir inkılâp hareketi Arap harflerinin yerine yeni Türk harflerinin kabulüdür.[4]
Atatürk’ün tarih ve dil alanındaki çalışmaları kültür alanında son derece önemli etkiler yapmıştır. Güzel Sanatların tüm kollarında oluşan gelişmeler incelendiğinde, Cumhuriyet dönemindeki başarılı çalışmalar açıkça belirir. Devlet desteğinin güzel sanatların gelişimindeki olumlu sonuçları görülür. Güzel Sanatlarla ilgili olarak Atatürk tarafından ifade edilen sözler, Atatürk devrimlerinin bu alana yansımasına ilişkin son derece önemli saptamaları aktaran birincil kaynaklar olduklarından, bunların başlıcalarına burada yer vermek gerekmektedir:
(1923 Adana) “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.”[5]
“Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltraşlık, bina ile olursa mimarlık olur.”[6]
“Bir millet sanattan sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz.”[7]
“Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur.”[8]
“Sanatkâr, cemiyette uzun ceht (aşırı çalışma) ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.”[9]
Resim Sanatı Alanındaki Gelişmeler
Cumhuriyet döneminde, resim alanında hızla oluşan gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz: Türkiye’de resim Tanzimat’tan beri yapılmaktaydı. Ancak ne ressamlar, ne de onların eserleri tanınmaktaydı. Bunun nedenleri arasında, bu resimlerin sergileneceği sergi salonlarının olmayışı, müzelerin bulunmayışı ve sanat eserlerinin eleştirisini yapacak eleştirmenlerin yetiştirilmeyişi sayılabilir. Cumhuriyet’in ilânından sonra özellikle Cumhuriyet’in Onuncu Yıldönümü kutlamalarıyla beraber bu konularla ilgili yoğun çalışmalar başlatılmıştır. Plastik sanatlar alanında önemli düzenlemeler yapılmıştır.
Bu çalışmalar sonucunda sanatçılar , hayal dünyalarının sınırlarını zorlamışlar, toplumu tanımaya çalışmış, tabiatı ve gerçekleri görmüşlerdir. Resimlerinin konularını Anadolu’dan, Anadolu insanından, güçleri ölçüsünde tuvallerine aktarmaya çalışmışlardır. Milli mücadelenin tarihçesini, devrimleri anlatan resimler yaparak, inkılâba hizmet etmişlerdir.[10] Yıllık Plastik Sanatlar Sergileri kurulmuş, en güzel eserlerin devletçe satın alınması sağlanmıştır. Alınan bu eserler devlet binalarına asılmıştır. Böylece, sanatçı hem maddî hem de manevî açılardan desteklenmiştir.
Aslında Türk sanatı, minyatür geleneğiyle resmi çoktan tanımıştı. Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren Türk resim sanatı, üç boyutlu yağlıboya resme doğru uzanan bir çizgide ilerlemeye başlamıştır. “Türk Primitleri” diye de anılan ve Enderunlu amatörlerden oluşan ilk kuşağın ardından, Natüralist üslûbu benimsemiş ressamlar kuşağı gelir. Birçoğu asker kökenlidir. Bu grup, Türkiye’de geleneği olmayan bir sanat türünün kurucusudur. 1883’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılması, 1910’da Avrupa sınavlarının başlatılması, 1914’de “Çallı Kuşağı” olarak da anılan Empresyonist üslûpla çalışan kuşağın ardından “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti” olarak 1908’de kurulan, 1921’de “Türk Ressamlar Cemiyeti”,1926’da “Türk Sanayi-i Nefise Birliği” ve “Güzel Sanatlar Birliği” adını alan grup, modern sanat akımların temel taşları olarak sanat tarihindeki yerlerini alırlar. Eğitim için Almanya’ya gidip, geri dönen gençlerin oluşturdukları “Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar Birliği” 1928’de kurulmuş olup, çeşitli eğilimleri içinde barındırmıştır. Bu eğilimler arasında Realizm, Ekspresyonizm ve Kübizm sayılabilir. Bu çalışmalar birkaç yıl sürmüştür. 1933’de “D Grubu”nun kurulmasıyla modern sanatın çağa uygun üslûpları da Türk resim sanatının perspektifinden yansımaya başlamış ve özgün arayışlar hız kazanmıştır. Bu noktada Atatürk’ün şu sözleri son derece anlamlıdır:
“Efendiler! millet, milletin rûh-ı sanat’-ı musiki’si, edebiyat’ı ve bütün bediîyât’ı bu kudsî cidalin ilâhi terânelerini müebbed bir vatan aşkı’nın vecitleriyle daima terennüm etmelidir.”[11]
“Efendiler… Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reiscicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız.”[12]
“…….İnsanlar mütekâmil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz…… İtiraf etmeliyim ki o milletin tarîk-i terakkide yeri yoktur.”[13]
Heykel Sanatı Alanındaki Gelişmeler
Türk sanatında heykel geleneği balbal adı verilen mezar heykellerine kadar uzanır. İslâmla birlikte soyutlayıcı bir anlayış benimsenmiştir. Osmanlı döneminde saray ve seçkin bir çevreyle sınırlı kalmış olan heykel zevki, soylu ayrıcalığını aşamamıştır. Batılılaşma, sanat zevkini de derinden etkilemiş, Türk toplumuna ve İslâm inanışına aykırı sanatların başında gelen heykele ilgi duyulmaya başlanmıştır.[14] 1871’de C.F. Fuller, Sultan Abdülaziz’in heykelini yapmış ve saray bahçesi dökme hayvan heykelleri ile bezenmiştir. 2 Mart 1883’de Sanayi-i Nefise mektebinde Heykel Bölümü açılmış, 1891’de Mehmet İhsan yurtdışına heykel eğitimi için gönderilmiştir. 1914-1918 yılları arasında dikilen ilk anıt, Sultan Osman anıtı olmuştur. 1926’da Heinrich Krippel, 1927’de Pietro Canonica yurdumuza gelerek, heykel sanatını yönlendirmişlerdir. Cumhuriyet’in ilk birkaç yılında, heykel konusunda anılmaya değer bir çalışma görülmez. Anıt konusu hep tartışma malzemesi olmuştur. İlk yapılan heykel ve anıtların inkılâba hizmet etmediği, milli duyguları iyi anlatamadığı görülür.[15] Aynı toprak parçasını, aynı tarihi, aynı ülküyü paylaşmayan ve gelecekte de paylaşmayı düşünmeyen insanların milli mücadele ve inkılâp ruhunu yansıtamayacağı sonucuna varılır. Bu nedenle başarısız da olsa, güçleri ölçüsünde abide ve heykellerin Türk sanatçılara ısmarlanması ve bu yolla sanatçıların maddî ve manevî anlamda desteklenmesi kararlaştırılır.
22 Ocak 1923’te Bursa Şark Sineması’ndaki toplantıda Mustafa Kemal’e de bu konudaki düşüncesi sorulmuştur. Cevabı heykel sanatının Türkiye’deki geleceği bakımından önemlidir. Bu cevap şöyledir:
“Âbidât’tan bahseden arkadaşımızın maksadı heykel olsa gerekir. Dünyada mütemeddin, müterakkî ve mütekâmil olmak isteyen herhangi bir millet behemahal heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Âbidât’ın şuraya buraya hâtırat-ı tarihiye olarak rekzinin mugayir-i din olduğunu iddia edenler, ahkâm-ı şer’iyeyi lâyıkıyla tetebbu ve tetkik etmemiş olanlardır. Cenâb-ı Peygamberin din-i İslâm tesisinden bu ana kadar bin üçyüz bu kadar sene geçmiştir. Hazret-i Peygamber’in evâmir-i ilâhiyeyi tebilği esanadında muhataplarının kalb ve vicdanında putlar vardı. Bu insanları tarîk-ı Hakk’a davet için evvelâ o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden ve kalblerinden çıkarmak mecburiyetinde idi. Hakayık-ı İslâmiye tamamiyle anlaşıldıktan ve hasıl olan kanaat-i vicdaniye kuvvetli hâdisât ile de teeyyüd ettikten sonra birtakım münevver insanlar’ın böyle taş parçalarına taabbüdünü farz ve zan etmek âlem-i İslâm’ı tahkir etmek demektir. Münevver ve dindar olan milletimiz, terakkinin esbabı’ndan biri olan heykeltraşlığı âzamî derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlâtlarımızın hâtıralarını güzel heykeller’le dünyaya ilân edecektir. Bu işe çoktan başlanmıştır. Meselâ Sivas’tan Erzurum’a giderken yol üzerinde güzel bir heykele tesâdüf edersiniz… İnsanlar mütekâmil olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin icab ettirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin tarik-i terakkide yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, evsaf-ı hakikisiyle mütemeddin ve müterakki olmaya lâyık’tır ve olacaktır.”[16]
Kenan Yontunç’un heykel ve abideler konusundaki Atatürk ile ilgili bir anısı şöyledir:[17]
“… 1928 Eylül ayındaki evlenme törenimde Atatürk de bulunmuştu. Bir ara Maarif Vekili Mustafa Necati Bey: ‘Paşam, heykeltraş Canonica’ya bütün vilâyetlerimiz için heykelinizi yaptıracağız. Bir anlaşmaya varıyoruz’ dedi. Söz istedim: ‘Paşam, izin verirseniz arzedeyim. Timur’un, Cengiz’in heykelleri yapılmadı. Namları da unutulmuş değildir. Sizin asker dehânız yanında büyük inkılâpçılığınız gelir. İzin verirseniz, sizin heykellerinizi, biz, Türk sanatçıları yapalım. Güzel Sanatların bu dalında bir çok yeniyiz, henüz yetişmedik. İlerde yetişecekler, içlerinden gelecek sevgi ve sizi ebedîleştireceklerdir. Meselâ bizim ediplerimiz, şairlerimiz zayıftır diye bu büyük hamâset destanını D’Annunzio’ya mı yazdıralım?’ dedim. Ben konuşurken kayınpederim Kâzım Paşa dahil, herkes, Atatürk’ün kızacağından korkarak ondan uzaklaşmıştı. Atatürk, Maarif Vekili’ne: ‘Çocuk doğru söylüyor Necati Bey! Bu işi durdurun, bizimkiler yapsınlar’ dedi.”
Müzik Sanatı Alanındaki Gelişmeler
“Klasik Türk Müziği” veya “Türk Sanat Müziği” diye adlandırılan geleneksel Türk müziğinin kökenleri, hemen hemen bütün Osmanlı kurumları ve sanat üslûplarının tersine, Selçuklulardan ve Anadolu beyliklerinden değil, Abbasi, Celayirli ve Timurlu saraylarındadır.[18] Müzikologlar özellikle Ortadoğu ülkeleri müziklerini İslâm müziği olarak adlandırmaktadırlar. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte, Batı kültür çevresine girme, çağdaşlaşma yolunda ciddi adımlar atılmıştır. Ulusal kimlik edinme çalışmaları sürerken, Batı müziği ile beraber yeni ürünler elde edilmeye çalışılmıştır.[19] Osmanlıların Batı (Klasik Batı) müziğiyle tanışmaları diğer bütün alanlarda olduğu gibi, saray aracılığıyla olmuştur. Avrupalı sanatçılar ülkeye gelip konser vermişlerdir. Saray düğün ve törenlerinde Batı müziğine de yer verilmiştir. Donizetti Paşa Mızıkay-ı Humayun’un başına getirilmiş ve onu Guatelli Paşa gibi birçok Avrupalı izlemiştir.[20] Devrimin en zor uygulandığı alan müzik olmuştur. Var olan müziğin yerini dinamik, bilimsel, çağdaş, ulusal Türk müziğinin alması gerekiyordu.[21]
Atatürk bütün alanlarda çağdaş uygarlığı yakalayabilmek için, bu yeni kültür ortamında çok sesli bir Türk müziğinin oluşmasından yanadır. Cumhuriyetle birlikte müzik alanında şu gelişmeler izlenmiştir: 1916’da İstanbul Maarif Nezhareti tarafından kurulan “Darülelhan” 1923’de vilâyete bağlanmış ve “Garp Musikîsi Şubesi” açılıp “yarı konservatuar” durumuna getirilmiştir.[22]
Batılılaşma çalışmalarının hızlandırılmasını isteyen Atatürk’ün direktifleriyle düzenlemeye başlanan en uygun ve tek topluluk “Müzikayı Hümayun”‘dur.[23] Çoğunluğu Cumhuriyetten önce kurulan Makâm-ı Hilâfet mızıkası (Mızıka-ı Hümâyûn) üyelerinden oluşan bir orkestra Osman Zeki Üngör yönetiminde oluşturulmuştur.[24] Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın çekirdeği söz konusu olan topluluktur.[25] 2 Nisan 1924’de Aynı Orkestra “Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti” adını alıp, Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmıştır. 16 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif Kongresi toplanmış, müzik eğitiminde çağdaş yaklaşımların gerekliliği tartışılmıştır. 1 Eylül 1924’de Ankara Musikî Muallim Mektebi açılmıştır. 1928-1933 yılları arasında bu mektepte öğretmen, orkestra elemanı ve de askerî bando elemanı yetiştirmeye çalışılmıştır. Bu zorlama okulun eğitim programına zarar vermiştir. Musıkî Muallim mektebi bina ve imkân olarak yetersizdir. Çeşitli dönemlerde eğitim yılları, müfredat ve başarı sınavlarında değişiklikler olmuştur. 1927’de İstanbul Konservatuarı öğretime başlamış ve şark müziği eğitimini sona erdirmiştir. Anadolu’dan derlemeler yapılmış ve bu derlemeler defter halinde yayınlanmıştır. 12 Aralık 1924’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak Türkiyat Enstitüsü,[26] 1 Kasım 1927’de Ankara’da Anadolu Halk bilgisi derneği,[27] 18 Temmuz 1930’da Ankara Etnografya Müzesi[28] ve 19 Şubat 1932’de Halkevlerinin açılmasıyla[29] Türk bestecilerine ulusal motif ve tema malzemeleri sağlanmıştır. Yoğun etnografik ve foklorik çalışmalara girişilmiştir. Batı’daki konservatuvarları örnek alan, devlet desteğinde bir konservatuar kurmak için ünlü Alman besteci Paul Hindemith çalışmalara başlamış ve 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı hizmete girmiştir.[30]
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir iş kolu olarak benimsenmeyip küçümsenen müzik, Cumhuriyet’ten sonra en elit tabakalara mahsus çok özel bir alan olarak yerini almış, birçok aşamayı başarıyla geçmiştir. Büyük önder Atatürk müzik alanındaki gelişmeleri yakından takip etmiş, birçok defa konuyla ilgili görüşlerini ayrıntılarıyla aktarmış ve özel olarak müzik ile ilgilenmiştir.[31] Bu konuda kaynaklarda yer alan görüşlerinden bazıları şunlardır:
“Hayatta musiki lâzım değildir. Çünki hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan mahlukat insan değildir. Eğer mevzubahis olan hayat insan hayatı ise, musiki behemehal vardır. Musikisiz hayat zaten mevcut olamaz. Musıki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve herşeyidir. Yalnız musıkinin nevi sayanı mütalaadır.”[32]
“Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bundan en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musıkisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musıkisinde değişikliği olabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinlenilen musıki yüz ağartacak değerden uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duygular, düşünceler anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları birgün önce genel musıki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak; bu yüzeyde, Türk ulusal müziği yükselebilir, evrensel musıkide yerini alabilir.”[33]
Atatürk 27 Ekim 1922 günü Büyük Zafer’i kutlamak için İstanbul’dan Bursa’ya gelen öğretmenlere Şark Tiyatrosu’ndaki toplantıda şöyle seslenmiştir:
“Hanımlar, beyler! Ordularımızın ihraz ettiği zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı… Gerçek zaferi siz ihraz ve idame edeceksiniz ve behemahal muvaffak olacaksınız. Milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde rehber’imiz ilim ve fen olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sâyesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedâyii’yle inkişâf eder.”[34]
Atatürk’ün 1 Mart 1923’te TBMM Dördüncü dönem açılış konuşmasından:
“Efendiler! Terbiye ve tedris’te tatbik edilecek usûl, malûmatı, insan için fazla bir süs, bir vasıta-ı tahakküm, yahut medeni bir zevk’ten ziyade, maddi hayat’ta muvaffak olmayı temin eden, ameli ve kabil-i istimâl bir cihaz haline getirmektir… Ameli ve şâmil bir maarif için hudud-ı vatanın merakiz-i mühimmesinde asri kütüphaneler, nebatat ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, darülmesailer, müzeaalar’la teçhizi icabetmektedir.”[35]
8 Ağustos 1928 gecesi, İstanbul’da, Sarayburnu Gazinosu’nda halka Harf Devrimi’ni duyuran Atatürk, orada yeni harfle kaleme aldığı ve Falih Rıfkı’ya okuttuğu yazıda şöyle diyordu:
“Bu gece burada, güzel bir tesadüf eseri olarak Şark’ın en mümtaz iki musıki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Münire’t-ül Mehdiye Hanım sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türkün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musıkisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musıkisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen şâtırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fıtraten şen şâtır’dır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendinin kusuru değildir. Kusurlu hareketin acı felaketli neticeleri vardır. Bunun fâriki olmamak kabahatti.
İşte Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat artık millet hatalarını kanı ile tashih etmiştir. Artık müsterihtir. Artık Türk şendir, fıtratinde olduğu gibi, artık Türk şendir. Çünkü ona ilişmenin hatarnâk olduğunu tekrar ispat istemez kanaatindedir. Bu kanaataynı zamanda temennidir.”[36]
30 Kasım 1929. Atatürk ve Emil Ludwig’in diyaloğu şöyle aktarılır:
“Atatürk – Montesquieu’nün ‘Bir milletin musikideki meyline ehemmiyet verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz’ sözünü okudum; tasdik ederim. Bunun için musıkiye pek çok itina göstermekte olduğumu görüyorsunuz.
Gazeteci – Biz Garplilere göre Şark musıkisinin kulaklarımıza gelen garabeti cihetinden bahsettim ve dedim ki:
‘Şarkın yegâne anlayamadığımız bir fenni varsa o da musıkisidir.’
Gazi, o zaman bu musıkinin Türkçe’de tesmiyesine itiraz ederek şöyle demiştir:
– Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakikî musıkimiz Anadolu halkında işitilebilir.
– Bu nağmelerin ıslahiyle terakki ettirilmesi mümkün değil midir?
– Garp musikiciliği bugünkü haline gelinceye kadar, ne kadar zaman geçti?
– Dörtyüz sene kadar geçti.
– Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musıkisini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.”[37]
Tiyatro Sanatı Alanındaki Gelişmeler
Cumhuriyet’in ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen ilk on beş yılda tiyatro, devrimlerin halka anlatılıp, benimsetilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Atatürk’ün ilgi ve desteği sayesinde tiyatronun bir kamu hizmeti olduğu görüşü yerleşmiştir. Müslüman kadınların sahnede yerini alması sonucunda tiyatroların varlıkları tamamlanmış olur. 1930’da çıkarılan Belediye Kanunu sayesinde bir bakıma belediyelere tiyatroların himayesi görevi verilmiştir. Bu dönemin ilk özel tiyatrosu Milli Sahne, ikincisi Muhsin Ertuğrul’un Ferah Sahnesi olmuştur. 1935’de İstanbul Şehir Tiyatrosu, çocuk temsillerine başlamış, 1934’de Ankara, Milli Musıki ve Temsil Akademisi, 1936’da Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü açılmıştır.[38]
Tiyatronun kurumsallaşma çalışmalarıyla birlikte metin, sahne, dekor, kostüm alanlarında da çağdaşlaşma çabaları sürmüştür. Sahne, sanatçı ve dekor birliğini sağlayan sahne ışığı kullanılmaya başlanmıştır. Tiyatronun her ayrıntısıyla ayrılmaz bir bütün olduğu fikrinin benimsendiğini görmekteyiz.[39]
Fotoğraf Sanatı Alanındaki Gelişmeler
İlk kez sekizinci yüzyılda Cebir İbni Hayyam’ın gümüş nitratın kararmasını keşfinden sonra, tarih zamanlarında gelişimini hızla yürüten fotoğrafla Osmanlı 1830’larda tanışmıştır. Diğer güzel sanat alanlarında olduğu gibi dinsel sebepler sunularak, bu tanışmanın geciktirildiği görülür. Çeşitli gazete ve dergilerde konu ile ilgili yayınlar başlamıştır. Nasıl fotoğraf çekileceğine ilişkin kitapların dilimize çevirileri yapılmıştır. 1842’de İstanbul’da Mösyo Kompa Beyoğlu’nda fotoğraf çekmeye başlamıştır. 1856’da ilk fotoğrafhane açılmış, fotoğraf saray çevresinde de kabul görmeye başlamıştır. İlk Müslüman fotoğrafçılar 1900’lerde çıkmışlardır. 1920’lerde fotoğraf stüdyolarının şubeleri açılmıştır. Cumhuriyet sonrasında fotoğrafçılık alanında gelişmeler olmuştur. Fotoğraf kanunî işlemlerde kullanılmaya başlanmıştır. Çeşitli fotoğraf yarışmaları düzenlenmiştir. Çeşitli fotoğrafçılık kulüp ve dernekleri kurulmuştur. Cemal Işıksel Atatürk’ün özel fotoğrafçısı olarak çalışmıştır. Uluslararası başarılar elde eden Ara Güler gibi sanatçıların çalışmalarıyla sanatsal fotoğraf terimleri kullanılmaya başlanmıştır. “Fotoğraf”, “fotoğraf gibi resim”, “fotoğrafa benzemeyen resim” gibi kavramların tartışılması gündeme gelmiştir.[40]
Sinema Sanatı Alanındaki Gelişmeler
Diğer sanat alanlarının aksine sinema sanatı icadından hemen bir yıl sonra ülkemize gelmiştir (1896-97). Önce Saray’a sonra halka gösterilen sinema filimleri insanları büyülemiştir. 1908’de Sigmund Weinberg İstanbul’da Cinema Pathé adında ilk sürekli sinema salonunu işletmeye başlamıştır. İstanbul’da aktüalite filmleri çekilmiştir. Sinema filmleri çekilmesi için Ordu Sinema Dairesi kurulmuştur. Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin yıkılışını konu alan 150 metrelik filmle Fuat Uzkınay ilk Türk belgesel filmini çekmiştir. 1916’da “Hikmet Ağa’nın İzdivacı” adlı ilk konulu film yapılmıştır. Bu filmi Sedat Simavi’nin Pençe ve Casus’u, Ahmet Fehim’in Mürebbiye ve Binnaz’ı, Fikret Sadi’nin Bican Efendi Vekilharç’ı izlenmiştir. 1922’den sonra sinemada tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’un etkisi kendini gösterir. M. Ertuğrul, Kemal ve İpek film adına çalışmıştır. 1931’de ilk sesli sinema filmini yönetmiştir. 1930’da sansür uygulamaları başlamış bu nedenle Türk sinemacıları yıllarca özgür çalışma ortamı bulamamıştır.[41]
Türk sinemasının hemen hemen dünyayla aynı anda başlayan maratonu zamanla geriden izlemesi gerekmiştir. Bu gerileyişin sebebi hızla gelişen, çok talebi olan ve büyük finansmanları gerektiren sinema sektörü için Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve de özel girişimcilerin yeterli sermayeye sahip olmaması sayılabilir. Ayrıca bu alanda eğitim veren kurumların olmayışı ve teknolojik eksiklikler de eklenince gerilemelerin nedenleri daha iyi anlaşılacaktır.[42]
Müzecilik Alanındaki Gelişmeler
M.Ö. 300 yılında ilk örneklerine rastladığımız koleksiyonculuk ve müzecilik çalışmalarının 17. yüzyılın ortalarından itibaren modern anlamda düzenlemelerle günümüz örneklerinin öncüleri olduğunu görmekteyiz. Yurdumuzda eski eser koleksiyonculuğunun ilk örneğine Selçuklular’da rastlıyoruz. Osmanlılar zamanında da eski eser toplayıcılığının bir belirtisi olan spoli (devşirme) malzemelerin kullanılışına tanık olmaktayız. Müzeciliğimizin bugünkü durumuna gelince, ana kaynak olan temel düşünceler Atatürk ilkeleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun
kültürel birikimini yadsırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kültürel öğelerle desteklenmesinin zorunlu olduğunu çok iyi biliyordu. Türk Ulusçuluğunu güçlendirmek için toplumdaki ikililiği ortadan kaldırmaya ve Türk Ulusunun Tarihsel kökenini belirlemeye özen gösteriyordu. Onun izniyle kurulan “Türk Tarih Kurumu” Türkiye’de tarih, arkeoloji ve sanat ile müzeciliğin hızla gelişmesine yol açmıştır. Her devre ait sanat zenginliklerine sahip yurdumuz Türk müzeleri için sonsuz bir kaynak sunmaktadır.[43] Türkiye’de müzecilik 1846’da Harbiye Nazırı Damat Fethi Ahmed Paşa’nın girişimleriyle başladı. Osmanlı ordusunun çeşitli dönemlerine ait silahların toparlandığı Aya İrini’de, ülkenin her yerinden getirilen eski yapıtların da eklenmesiyle Mecmua-i Âsar-ı Atika oluşturulmuştur. 1869’da adı Müze-i Humayun’a çevrilmiş olan bu kurumu 1879’da Mahmut Nedim Paşa kaldırmıştır. 1873’de müze Çinili Köşk’e taşınmış ve Osman Hamdi Bey’in müze müdürlüğüne gelmesinin ardından gelişmeler hızlanmıştır. 1908’de müzenin adı Asar-ı Atika Müzesi olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyet’in ilânından sonra, hemen her ilde bir müze açılmıştır. Topkapı ve Dolmabahçe başta olmak üzere tüm eski köşk ve saraylar müzeye dönüştürülmüştür. Ayasofya, Kariye, Fethiye gibi Bizans kiliseleri müze yapılmıştır. Eski Şark Eserleri Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Askerî Müze, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi gibi yapıların onarılarak ya da başka binalara taşınmak suretiyle halka hizmet etmeleri sağlanmıştır. Yapılan çalışmalarla müzelerin çağdaş hale getirilmesi plânlanmıştır.[44]
Arkeoloji Alanındaki Gelişmeler
Anadolu’da ilk kazı Troya’da Heinrich Schliemann tarafından gerçekleştirilmiştir (1871). Dörpfeld bu kazıları sürdürmüştür. Almanlar, Pergamon, Priene, Miletos ve Didyma’da; Avusturyalılar, Ephesos’ta; Amerikalılar, Sardes’te kazılar yapmışlardır. 1893-94’de yapılan yapılan çalışmalarla özellikle Hitit uygarlığının ortaya çıkarılmasına çalışılmıştır. Makridi Bey ve Hugo Winckler, Boğazköy’de; Sir Leonard, Woollay, Karakamış’ta; John Garstang, Sakçagözü’nde; Von Luschan, Zincirli’de kazılar yapmışlar ve en önemli Geç Hitit kentlerini bulmuşlardır.
Türkiye’de arkeoloji, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün ilgisiyle önem kazanmıştır. Remzi Oğuz Arık ve H.Z. Koşay’ın Ahlatlıbel ve Alacahöyük’te kazı yapmaları ve Türk Tarih Kurumu’nun kazılara sponsor olması, kazı sonuç raporlarının Kurum’un matbaalarında basılıp dağıtılması ile sanat tarihine büyük hizmet yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültelerinde arkeoloji kürsüleri kurulmuştur. Âsar-ı Atika Nizamnamesi ile koruma altına alınan ören yerlerinde birçok kazı yapılmaya devam edilmiştir. Bu kazılarda elde edilen materyalleri korumak için hemen hemen her ilde bir müze açılmıştır. Kazı yapalması izni için gerekli kanunî düzenlemeler belirlenmiştir. Kazı izni için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne müracaat edilmesi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile kazı yapılabilmesi kararlaştırılmıştır.
Sanat Tarihi İle İlgili Çalışmalar
Atatürk döneminde sanat tarihi alanı ile ilgili muhtelif çalışmalar yapılmış ve bu tür çalışmalar Atatürk tarafından da önemsenerek desteklenmiştir. Ancak, Türkiye’de sanat tarihi öğretimi bağımsız bir dal olarak İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde 1944 senesinde başlamıştır. 1937-1938 yıllarındaki Sanat Tarihi alanına dair araştırma ve incelemelerin muhtevaları ve işlevleri hakkında son derece değerli bilgiler bu dönemle ilgili yapılacak çalışmalara zengin bir kaynak oluştururlar.[45]
Halkevleri
Atatürk devriminin ve ilkelerinin yaygınlaştırılıp, kavranabilmelerini sağlamak, Cumhuriyet’in kültür atılımını Milli Eğitimin yanı sıra yürütmek amacıyla Halkevleri kurulmuştur. Halkevleri ulusu aynı ülküye bağlı bir kitle örgütü haline getirmek, kültür, düşünce birliği sağlamak, ulusal kültür birliği oluşturan kültür öğelerini ortaya çıkarıp geliştirmek, kır-kent, köylü-aydın ayrımı yapmadan herkese eşit hizmet etmeyi amaçlayan bir kuruluştur. Dil-edebiyat, güzel sanatlar, temsil, spor, sosyal yardım, halk dershaneleri, kurslar, kütüphane, yayın, köycülük, tarih ve müze şubeleri olmak üzere birçok dalda hizmet vermiştir. Halkevlerinin merkezî yayın örgütü “Ülkü” dergisi dışında yaklaşık 40 kadar yayın organı vardır. 1937-1938 yılları arasında sergi, konferans, gösteri, tiyatro gibi otuza yakın etkinlik halkevleri bünyesinde düzenlenmiştir.[46]
Sonsöz
Sonuç olarak, tüm bu verilerin ve bilgilerin ışığında şöyle bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk dönemi kültür ve sanat ortamına baktığımızda çok net, ilkeli, evrensel gerçeklerden kopmayan, ulusal ve kararlı bir kültür ve sanat politikası ile karşılaşıyoruz. Devletin, tüm sanatçılarına maddi ve manevi olarak destek verdiği, kültür ve sanat alanlarında çalışacak donanımlı kişilerin görevlendirildiği, görev alan her kişinin de görevini en iyi şekilde yapmaya çalıştığı görülmektedir.
Kültür ve sanat alanında yapılan tüm çalışmaların bir lüks olmadığı, “bir ulusun medeni, çağdaş seviyeye ulaşmasında en önemli yapı taşının sanat olduğu” genel kabul görmüş ve benimsenmiştir. Sanat bir halk tabakasına ait, bir sınıf göstergesi olmaktan çok halkı birleştirici bir unsur olarak nitelendirilmiştir. Sanatçıların ise aykırı, uç, toplumdan ayrı bir konumda olmayıp, halkla iç içe, konularını özünden alan, aydın, yol gösterici, birleştirici, yaratıcı, ayrıştırıcı, yansıtıcı ve toplumu kendi süzgeçlerinden geçirip, çağdaş bir yorumla değerlendiren kişi kimlikleriyle öne çıkması beklenmiştir. Bunun için sanatçılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin imkânları dahilinde tam destek sağlanmıştır.
Günümüzde kültür ve sanat politikaları oluşturulurken, Atatürk Dönemi Türkiyesi’nin kültür ve sanat anlayışının canlılığından ve kararlı tutumundan yola çıkılması gereği açıkça izlenmektedir. Kültür ve sanat konularıyla ilgilenen ya da uğraşan herkesin de Atatürk dönemindeki başarıların arkasında yatan gerçeği ve dönemin ruhunu tam anlamıyla kavrayarak, kendi geçmiş mirasını, kültür ve uygarlık tarihindeki özgün konumunu, hem kendi toplumunun hem de insanlığın ortak çıkarı doğrultusunda değerlendirmesi durumunda günümüz Türkiyesi’nin kültür ve sanat alanlarına yaklaşımında bir tutarsızlığın, yetersizliğin ya da umursamazlığın olamayacağını ısrarla vurgulamak zorunluluğu vardır.
DİPNOTLAR
[1] Ünsal Yücel, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1983, s.417.
[2] Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, İstanbul 1982, s.304-308. Bkz. Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, İstanbul 1996, s.157.
[3] Ünsal Yücel, Çağdaş Düşüncenin Işığında ATATÜRK, İstanbul 1983, s.417.
[4] H. Eroğlu; a.g.e., s.310.
[5] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, 2. Baskı, Ankara 1959, s.125.
[6] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.114.
[7] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s.125-126, 923, Adana.
[8] Bkz. Bir önceki dipnot.
[9] Melahat Özgü, Atatürk’ün Edebiyat ve Sanat Anlayışı, Ankara 1964, s.41.
[10] Bkz. Melahat Özgü, a.g.e., Ankara 1964, s.42; ayrıca bkz., Gültekin, Elibal, Atatürk ve Resim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1973 ve Mehmet Üstünipek, Cumhuriyet’in İlk 50 Yılında Sanat Piyasası, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1999.
[11] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I (Toplayan: Nimet Arslan), Ankara, 1961, s.317.
[12] Melahat Özgü, a.g.e., s.54.
[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II (Toplayan: Nimet Unan), Ankara, 1959, s.67.
[14] Sevay Okay, “Aykırı Sanatın Keyfi: Heykel”, Théma Larousse, (Milliyet Yayınları), Cilt:6, İstanbl 1994, s.342-343.
[15] Krş. Ü. Yücel, a.g.e., s.427-432.
[16] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.66-67.
[17] ÜnsalYücel, a.g.e., s.431-432. Ayrıca bkz.; “Anonim: Heykel”, Ana Brit. Ans. (Hürriyet Yayınları), İstanbul, 1994, C.15, s.235-236-237-238.
[18] Fikret Karakaya, “Osmanlı Öncesi Türk Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.380.
[19] Emel Çelebioğlu, “Türk Beşeri Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.406.
[20] Emel Çelebioğlu, “Türkiye’de Klasik Batı Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.404.
[21] Emel Çebioğlu, a.g.e., s.405.
[22] M. Şakir Ülkütaşır, Cumhuriyetle Birlikte Türkiye’de Folklor ve Etnografya Çalışmaları, Ankara, 1973, s.30.vs.
[23] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.45.
[24] Ünsal Yücel, a.g.e., s.433..
[25] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.433.
[26] Ünsal Yücel, a.g.e., s.440.
[27] Ünsal Yücel, a.g.e., s.440.
[28] M. Şakir Ülkütaşır, Cumhuriyetle Birlikte Folklor ve Etnografya Çalışmaları, Ankara, 1973, s.30 ve devamı.
[29] Ülkü, C.I, Şubat 1933, Sayı 1, s.90-93.
[30] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.405.
[31] August R. von Kral, Le Pays de Kemâl Atatürk, (Fransızcaya Çeviren: André Robert), 2.nci baskı, Viyana, 1938, s.173-178.
[32] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, a.g.e., s.231-232.
[33] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, 2’nci Baskı, Ankara, 1961, s.378.
[34] Ünsal Yücel, a.g.e., s.434; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, s.43-45.
[35] Ünsal Yücel, a.g.e., s.434; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, s.298.
[36] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, (Toplayan: Nimet Unan); Ankara, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, İkinci Basım, 1959, s.252.
[37] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III (Toplayan: Nimet Arslan) II. Baskı; Ankara, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1961, s.89.
[38] Bkz. Murat Tuncay, “Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu”, Théma Larousse, Cilt 6, s.134.
[39] Krş. Melahat Özgü, Atatürk’ün Edebiyat ve Sanat Anlayışı, Atatürk Konferansları, I. Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1964, s.53.
[40] Bkz. Ümit İmer, Modern Fotoğraf Sanatı, İstanbul 1977, s.12-21.
[41] Bkz. “Sinema Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, (Hürriyet Yayınları), C.28, İstanbul, 1994, s.45-50.
[42] Serhan Öztürk, “Sinema”, Théma Larousse Ansiklopedisi, “Milliyet Yayınları), C.6, İstanbul, 1994, s.416-418-419-425.
[43] Bkz. Tayfun Akkaya, “Tarihsel Bir Çizgi İçinde Müzeciliğin Temel İlkeleri ve Nitelikleri”, Ankara Sanat Dergisi, Sayı:239 (Mart 1986), s.16-18, 33.
[44] Bkz. “Müze Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, C.23, s.265-266; Bkz. Sümer Atasoy, Müzeler ve Müzecilik Bibliyografyası (1926-1976), “T.T.O.K. Yayını”, İstanbul, 1979 ve Sümer Atasoy – Nevin Ç. Barut, Müzeler ve Müzecilik Bibliyografyası (1977-1995), Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müzecilik Anabilim Dalı, Yay. No: 306, İstanbul, 1996. Ayrıca bkz.; Aziz Ogan, “Türk Müzeciliğinin Yüzünücü Yıl Dönümü”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, S. 61 (Şubat 1947), s.8-19 ve S. 62 (Mart 1947), s.8-21.; Semavi Eyice, “Arkeoloji ve Sanat Tarihi Hakkında”, Arkeoloji ve Sanat Dergisi, S.1 (Nisan-Mayıs 1978), s.5-7; Bkz. Kıymet Giray, “Osman Hamdi Bey”, Théma Larousse Ansiklopedisi, (Milliyet Yayınları), C.6, İstanbul, 1993-1994, s.332-333; Mehmet Önder, Atatürk ve Müzeler, Türkiyemiz Dergisi 50. Yıl Özel Sayısı, İstanbul 1973.
[45] Oktay Aslanapa, “Türkiye’de Türk Sanatı Araştırmalarının Gelişimi”, Cumhuriyet’in 75. Yılında Kültür ve Sanat Sempozyumu Bildirileri, İstanbul 2000.
[46] Bkz. “Halkevleri Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, C.14, İstanbul, 1994, s.348.