Atatürk Dönemi Kültür ve Sanat Anlayışı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ATATÜRK DÖNEM KÜLTÜR VE SANAT ANLAYIŞI
Gülcan BAŞAR AKKAYA

Ulu­sal Kur­tu­luş Sa­va­şı’nı iz­le­yen yıl­lar­dan iti­ba­ren Atatürk’ün çabalarıyla gerçekleştirilen ge­niş kap­sam­lı re­form­lar “Ata­türk Dev­ri­mleri” di­ye ad­lan­dı­rı­lır. Her alan­da ya­pı­lan bu dev­rim­ler bir bü­tün­dür. Bu bü­tün­lük Ata­türk’ün dün­ya gö­rü­şü­ne, bi­lim, uy­gar­lık, kül­tür ve sa­nat an­la­yı­şı­na da­ya­nır. Kül­tür ve sa­nat ala­nın­da­ki ge­liş­me­ler iz­le­nir­ken “bü­tün­lük” il­ke­si­nin gö­zö­nün­de bu­lun­du­rul­ma­sı ge­rek­li­dir. Dev­rim, he­men he­men her ala­nı et­ki­le­miş, ken­di ama­cı doğ­rul­tu­su­na çek­miş, on­la­rı ye­ni bir dün­ya gö­rü­şüy­le can­lan­dır­mış­tır.
Ata­türk dö­ne­min­de­ki tüm ye­ni olu­şum­lar­da Ata­türk’ün baş­la­tı­cı, yön­len­di­ri­ci, hız­lan­dı­rı­cı var­lı­ğı ve ge­li­şi­mi kı­vanç­la iz­le­yen kes­kin ba­kı­şı gö­rü­lür. Yi­ne de her sa­nat da­lın­da dev­rim­ci ge­li­şim, ken­di ile­ri hat­tın­da sür­dü­rül­mek­te; ba­zen bi­ri öte­kin­den da­ha çok ça­ba, öz­ve­ri, sü­re ge­tir­mek­te, do­la­yı­sıy­la o ke­sim­de dev­ri­min ama­cı ve tu­tu­mu da­ha açık be­lir­mek­te­dir.[1]
Cum­hu­ri­yet’in ila­nın­dan son­ra dev­rim­le­rin uy­gu­la­na­bil­me­si için, sal­ta­nat ve hi­la­fe­tin et­ki­le­ri­nin si­lin­me­si de gerekmiştir. Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti’nin te­mel il­ke­le­rin­den bi­ri olan halk­çı­lık ve bu­nun do­ğal so­nu­cu olan ulu­sal ege­men­lik, kül­tür ve sa­nat po­li­ti­ka­sı­nın ka­rak­te­ri­ni oluş­tu­ru­yor­du. Bu po­li­ti­ka­nın ül­ke­nin her­ye­rin­de her­ke­se uy­gu­la­nan bir prog­ram ol­ma­sı he­def­len­miş­ti. Bu kül­tü­rün yay­gın­laş­ma­sın­da­ki en önem­li mü­ca­de­le alan­la­rın­dan baş­lı­ca­sı eği­tim ala­nıy­dı.[2] Bu ama­ca hiz­met için ön­ce­lik­le Tev­hid-i Ted­ri­sat Ka­nu­nu (Öğ­re­ti­min Bir­leş­ti­ril­me­si Ka­nu­nu) çı­ka­rıl­mış­tır. 3 Mart 1924 ta­rih­li Tev­hid-i Ted­ri­sat Ka­nu­nu, öğ­re­tim ve eği­ti­min bir­li­ği­ni sağlamış ve bunun yanısıra med­re­se­le­rin de kal­dı­rıl­ma­sı ge­rek­miş­tir.[3] Kül­tür ala­nın­da­ki ge­liş­me­le­re hız ka­zan­dı­ran önem­li bir inkılâp ha­re­ke­ti Arap harf­le­ri­nin ye­ri­ne ye­ni Türk harf­le­ri­nin ka­bu­lü­dür.[4]
Ata­türk’ün ta­rih ve dil ala­nın­da­ki ça­lış­ma­la­rı kül­tür ala­nın­da son de­re­ce önem­li et­ki­ler yap­mış­tır. Gü­zel Sa­nat­la­rın tüm kol­la­rın­da olu­şan ge­liş­me­ler in­ce­len­di­ğin­de, Cum­hu­ri­yet dö­ne­min­de­ki ba­şa­rı­lı ça­lış­ma­lar açık­ça be­li­rir. Dev­let des­te­ği­nin gü­zel sa­nat­la­rın ge­li­şi­min­de­ki olum­lu so­nuç­la­rı gö­rü­lür. Gü­zel Sa­nat­lar­la il­gi­li ola­rak Ata­türk ta­ra­fın­dan ifa­de edi­len söz­ler, Ata­türk dev­rim­le­ri­nin bu ala­na yan­sı­ma­sı­na iliş­kin son de­re­ce önem­li sap­ta­ma­la­rı ak­ta­ran bi­rin­cil kay­nak­lar ol­duk­la­rın­dan, bun­la­rın baş­lı­ca­la­rı­na bu­ra­da yer ver­mek ge­rek­mek­te­dir:
(1923 Ada­na) “Sa­nat­sız ka­lan bir mil­le­tin ha­yat da­mar­la­rın­dan bi­ri kop­muş olur.”[5]
“Sa­nat gü­zel­li­ğin ifa­de­si­dir. Bu ifa­de söz­le olur­sa şi­ir, nağ­me ile olur­sa mu­si­ki, re­sim ile olur­sa res­sam­lık, oy­ma ile olur­sa hey­kelt­raş­lık, bi­na ile olur­sa mi­mar­lık olur.”[6]
“Bir mil­let sa­nat­tan sanatkârdan mah­rum­sa tam bir ha­ya­ta ma­lik ola­maz.”[7]
“Bir mil­let sa­na­ta ehem­mi­yet ver­me­dik­çe bü­yük bir fe­la­ke­te mah­kum­dur.”[8]
“Sanatkâr, ce­mi­yet­te uzun ceht (aşı­rı ça­lış­ma) ve gay­ret­ler­den son­ra al­nın­da ışı­ğı ilk his­se­den in­san­dır.”[9]

Re­sim Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
Cum­hu­ri­yet dö­ne­min­de, re­sim ala­nın­da hız­la olu­şan ge­liş­me­le­ri şöy­le özet­le­ye­bi­li­riz: Tür­ki­ye’de re­sim Tan­zi­mat’tan be­ri ya­pıl­mak­tay­dı. An­cak ne res­sam­lar, ne de on­la­rın eser­le­ri ta­nın­mak­tay­dı. Bu­nun ne­den­le­ri ara­sın­da, bu re­sim­le­rin ser­gi­le­ne­ce­ği ser­gi sa­lon­la­rı­nın ol­ma­yı­şı, mü­ze­le­rin bu­lun­ma­yı­şı ve sa­nat eser­le­ri­nin eleş­ti­ri­si­ni ya­pa­cak eleş­tir­men­le­rin ye­tiş­ti­ril­me­yi­şi sa­yı­la­bi­lir. Cum­hu­ri­yet’in ilânından son­ra özel­lik­le Cum­hu­ri­yet’in Onun­cu Yıl­dö­nü­mü kut­la­ma­la­rıy­la be­ra­ber bu ko­nu­lar­la il­gi­li yo­ğun ça­lış­ma­lar baş­la­tıl­mış­tır. Plas­tik sa­nat­lar ala­nın­da önem­li dü­zen­le­me­ler ya­pıl­mış­tır.
Bu ça­lış­ma­lar so­nu­cun­da sa­nat­çı­lar , ha­yal dün­ya­la­rı­nın sı­nır­la­rı­nı zor­la­mış­lar, top­lu­mu ta­nı­ma­ya ça­lış­mış, ta­bi­a­tı ve ger­çek­le­ri gör­müş­ler­dir. Re­sim­le­ri­nin ko­nu­la­rı­nı Ana­do­lu’dan, Ana­do­lu in­sa­nın­dan, güç­le­ri öl­çü­sün­de tu­val­le­ri­ne ak­tar­ma­ya ça­lış­mış­lar­dır. Mil­li mü­ca­de­le­nin ta­rih­çe­si­ni, dev­rim­le­ri an­la­tan re­sim­ler ya­pa­rak, inkılâba hiz­met et­miş­ler­dir.[10] Yıl­lık Plas­tik Sa­nat­lar Ser­gi­le­ri ku­rul­muş, en gü­zel eser­le­rin dev­let­çe sa­tın alın­ma­sı sağ­lan­mış­tır. Alı­nan bu eser­ler dev­let bi­na­la­rı­na asıl­mış­tır. Böy­le­ce, sa­nat­çı hem maddî hem de manevî açı­lar­dan des­tek­len­miş­tir.
As­lın­da Türk sa­na­tı, min­ya­tür ge­le­ne­ğiy­le res­mi çok­tan ta­nı­mış­tı. On­do­ku­zun­cu yüz­yı­lın ilk ya­rı­sın­dan iti­ba­ren Türk re­sim sa­na­tı, üç bo­yut­lu yağ­lı­bo­ya res­me doğ­ru uza­nan bir çiz­gi­de iler­le­me­ye baş­la­mış­tır. “Türk Pri­mit­le­ri” di­ye de anı­lan ve En­de­run­lu ama­tör­ler­den olu­şan ilk ku­şa­ğın ar­dın­dan, Na­tü­ra­list üslûbu be­nim­se­miş res­sam­lar ku­şa­ğı ge­lir. Bir­ço­ğu as­ker kö­ken­li­dir. Bu grup, Tür­ki­ye’de ge­le­ne­ği ol­ma­yan bir sa­nat tü­rü­nün ku­ru­cu­su­dur­. 1883’de Sa­na­yi-i Ne­fi­se Mek­te­bi’nin açıl­ma­sı, 1910’da Av­ru­pa sı­nav­la­rı­nın baş­la­tıl­ma­sı, 1914’de “Çal­lı Ku­şa­ğı” ola­rak da anı­lan Emp­res­yo­nist üslûpla ça­lı­şan ku­şa­ğın ar­dın­dan “Os­man­lı Res­sam­lar Ce­mi­ye­ti” ola­rak 1908’de ku­ru­lan, 1921’de “Türk Res­sam­lar Ce­mi­ye­ti”,1926’da “Türk Sa­na­yi-i Ne­fi­se Bir­li­ği” ve “Gü­zel Sa­nat­lar Bir­li­ği” adı­nı alan grup, mo­dern sa­nat akım­la­rın te­mel taş­la­rı ola­rak sa­nat ta­ri­hin­de­ki yer­le­ri­ni alır­lar. Eği­tim için Al­man­ya’ya gi­dip, ge­ri dö­nen genç­le­rin oluş­tur­duk­la­rı “Müs­ta­kil Res­sam­lar ve Hey­kelt­raş­lar Bir­li­ği” 1928’de ku­rul­muş olup, çe­şit­li eği­lim­le­ri için­de ba­rın­dır­mış­tır. Bu eği­lim­ler ara­sın­da Re­a­lizm, Eks­pres­yo­nizm ve Kü­bizm sa­yı­la­bi­lir. Bu ça­lış­ma­lar bir­kaç yıl sür­müş­tür. 1933’de “D Gru­bu”nun ku­rul­ma­sıy­la mo­dern sa­na­tın ça­ğa uy­gun üslûpları da Türk re­sim sa­na­tı­nın pers­pek­ti­fin­den yan­sı­ma­ya baş­la­mış ve öz­gün ara­yış­lar hız ka­zan­mış­tır. Bu nok­ta­da Ata­türk’ün şu söz­le­ri son de­re­ce an­lam­lı­dır:
“Efen­di­ler! mil­let, mil­le­tin rûh-ı sa­nat’-ı mu­si­ki’si, ede­bi­yat’ı ve bü­tün bediîyât’ı bu kudsî ci­da­lin ilâhi terânelerini mü­eb­bed bir va­tan aş­kı’nın ve­cit­le­riy­le da­i­ma te­ren­nüm et­me­li­dir.”[11]
“Efen­di­ler… He­pi­niz me­bus ola­bi­lir­si­niz, ve­kil ola­bi­lir­si­niz, hat­ta re­is­ci­cum­hur ola­bi­lir­si­niz, fa­kat sanatkâr ola­maz­sı­nız.”[12]
“…….İn­san­lar mütekâmil ol­mak için ba­zı şey­le­re muh­taç­tır. Bir mil­let ki re­sim ya­pa­maz, bir mil­let ki hey­kel ya­pa­maz…… İti­raf et­me­li­yim ki o mil­le­tin tarîk-i te­rak­kide ye­ri yok­tur.”[13]

Hey­kel Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
Türk sa­na­tın­da hey­kel ge­le­ne­ği bal­bal adı ve­ri­len me­zar hey­kel­le­ri­ne ka­dar uza­nır. İslâmla bir­lik­te so­yut­la­yı­cı bir an­la­yış be­nim­sen­miş­tir. Os­man­lı dö­ne­min­de sa­ray ve seç­kin bir çev­rey­le sı­nır­lı kal­mış olan hey­kel zev­ki, soy­lu ay­rı­ca­lı­ğı­nı aşa­ma­mış­tır. Ba­tı­lı­laş­ma, sa­nat zev­ki­ni de de­rin­den et­ki­le­miş, Türk top­lu­mu­na ve İslâm ina­nı­şı­na ay­kı­rı sa­nat­la­rın ba­şın­da ge­len hey­ke­le il­gi du­yul­ma­ya baş­lan­mış­tır.[14] 1871’de C.F. Ful­ler, Sul­tan Ab­dü­la­ziz’in hey­ke­li­ni yap­mış ve sa­ray bah­çe­si dök­me hay­van hey­kel­le­ri ile be­zen­miş­tir. 2 Mart 1883’de Sa­na­yi-i Ne­fi­se mek­te­bin­de Hey­kel Bö­lü­mü açıl­mış, 1891’de Meh­met İh­san yurt­dı­şı­na hey­kel eği­timi için gön­de­ril­miş­tir. 1914-1918 yıl­la­rı ara­sın­da di­ki­len ilk anıt, Sul­tan Os­man anı­tı ol­muş­tur. 1926’da He­in­rich Krip­pel, 1927’de Pi­et­ro Ca­no­ni­ca yur­du­mu­za ge­le­rek, hey­kel sa­na­tı­nı yön­len­dir­miş­ler­dir. Cum­hu­ri­yet’in ilk bir­kaç yı­lın­da, hey­kel ko­nu­sun­da anıl­ma­ya de­ğer bir ça­lış­ma gö­rül­mez. Anıt ko­nu­su hep tar­tış­ma mal­ze­me­si ol­muş­tur. İlk ya­pı­lan hey­kel ve anıt­la­rın inkılâba hiz­met et­me­di­ği, mil­li duy­gu­la­rı iyi an­la­ta­ma­dı­ğı gö­rü­lür.[15] Ay­nı top­rak par­ça­sı­nı, ay­nı ta­ri­hi, ay­nı ül­kü­yü pay­laş­ma­yan ve ge­le­cek­te de pay­laş­ma­yı dü­şün­me­yen in­san­la­rın mil­li mü­ca­de­le ve inkılâp ru­hu­nu yan­sı­ta­ma­ya­ca­ğı so­nu­cu­na va­rı­lır. Bu ne­den­le ba­şa­rı­sız da ol­sa, güç­le­ri öl­çü­sün­de abi­de ve hey­kel­le­rin Türk sa­nat­çı­la­ra ıs­mar­lan­ma­sı ve bu yol­la sa­nat­çı­la­rın maddî ve manevî an­lam­da des­tek­len­me­si ka­rar­laş­tı­rı­lır.
22 Ocak 1923’te Bur­sa Şark Si­ne­ma­sı’nda­ki top­lan­tı­da Mus­ta­fa Ke­mal’e de bu ko­nu­da­ki dü­şün­ce­si so­rul­muş­tur. Ce­va­bı hey­kel sa­na­tı­nın Tür­ki­ye’de­ki ge­le­ce­ği ba­kı­mın­dan önem­li­dir. Bu ce­vap şöy­le­dir:
“Âbidât’tan bah­se­den ar­ka­da­şı­mı­zın mak­sa­dı hey­kel ol­sa ge­re­kir. Dün­ya­da mü­te­med­din, müterakkî ve mütekâmil ol­mak is­te­yen her­han­gi bir mil­let be­he­ma­hal hey­kel ya­pa­cak ve hey­kelt­raş ye­tiş­ti­re­cek­tir. Âbidât’ın şu­ra­ya bu­ra­ya hâtırat-ı ta­ri­hi­ye ola­rak rek­zi­nin mu­ga­yir-i din ol­du­ğu­nu id­dia eden­ler, ahkâm-ı şer’iye­yi lâyıkıyla te­teb­bu ve tet­kik et­me­miş olan­lar­dır. Cenâb-ı Pey­gam­be­rin din-i İslâm te­si­sin­den bu ana ka­dar bin üç­yüz bu ka­dar se­ne geç­miş­tir. Haz­ret-i Pey­gam­ber’in evâmir-i ilâhiyeyi te­bil­ği esa­na­dın­da mu­ha­tap­la­rı­nın kalb ve vic­da­nın­da put­lar var­dı. Bu in­san­la­rı tarîk-ı Hakk’a da­vet için evvelâ o taş par­ça­la­rı­nı at­mak ve bun­la­rı cep­le­rin­den ve kalb­le­rin­den çı­kar­mak mec­bu­ri­ye­tin­de idi. Ha­ka­yık-ı İslâmiye ta­ma­miy­le an­la­şıl­dık­tan ve ha­sıl olan ka­na­at-i vic­da­ni­ye kuv­vet­li hâdisât ile de te­ey­yüd et­tik­ten son­ra bir­ta­kım mü­nev­ver in­san­lar’ın böy­le taş par­ça­la­rı­na ta­ab­bü­dü­nü farz ve zan et­mek âlem-i İslâm’ı tah­kir et­mek de­mek­tir. Mü­nev­ver ve din­dar olan mil­le­ti­miz, te­rak­ki­nin es­ba­bı’ndan bi­ri olan hey­kelt­raş­lı­ğı âzamî de­re­ce­de iler­le­te­cek ve mem­le­ke­ti­mi­zin her kö­şe­si ec­da­dı­mı­zın ve bun­dan son­ra ye­ti­şe­cek evlâtlarımızın hâtıralarını gü­zel hey­kel­ler’le dün­ya­ya ilân ede­cek­tir. Bu işe çok­tan baş­lan­mış­tır. Meselâ Si­vas’tan Er­zu­rum’a gi­der­ken yol üze­rin­de gü­zel bir hey­ke­le tesâdüf eder­si­niz… İn­san­lar mütekâmil ol­mak için ba­zı şey­le­re muh­taç­tır. Bir mil­let ki re­sim yap­maz, bir mil­let ki hey­kel yap­maz, bir mil­let ki fen­nin icab et­tir­di­ği şey­le­ri yap­maz, iti­raf et­me­li ki o mil­le­tin ta­rik-i te­rak­ki­de ye­ri yok­tur. Hal­bu­ki bi­zim mil­le­ti­miz, ev­saf-ı ha­ki­ki­siy­le mü­te­med­din ve mü­te­rak­ki ol­ma­ya lâyık’tır ve ola­cak­tır.”[16]
Ke­nan Yon­tunç’un hey­kel ve abi­de­ler ko­nu­sun­da­ki Atatürk ile ilgili bir anı­sı şöy­le­dir:[17]
“… 1928 Ey­lül ayın­da­ki ev­len­me tö­re­nim­de Ata­türk de bu­lun­muş­tu. Bir ara Ma­a­rif Ve­ki­li Mus­ta­fa Ne­ca­ti Bey: ‘Pa­şam, hey­kelt­raş Ca­no­ni­ca’ya bü­tün vilâyetlerimiz için hey­ke­li­ni­zi yap­tı­ra­ca­ğız. Bir an­laş­ma­ya va­rı­yo­ruz’ de­di. Söz is­te­dim: ‘Pa­şam, izin ve­rir­se­niz ar­ze­de­yim. Ti­mur’un, Cen­giz’in hey­kel­le­ri ya­pıl­ma­dı. Nam­la­rı da unu­tul­muş de­ğil­dir. Si­zin as­ker dehânız ya­nın­da bü­yük inkılâpçılığınız ge­lir. İzin ve­rir­se­niz, si­zin hey­kel­le­ri­ni­zi, biz, Türk sa­nat­çı­la­rı ya­pa­lım. Gü­zel Sa­nat­la­rın bu da­lın­da bir çok ye­ni­yiz, he­nüz ye­tiş­me­dik. İler­de ye­ti­şe­cek­ler, iç­le­rin­den ge­le­cek sev­gi ve si­zi ebedîleştireceklerdir. Meselâ bi­zim edip­le­ri­miz, şa­ir­le­ri­miz za­yıf­tır di­ye bu bü­yük hamâset des­ta­nı­nı D’An­nun­zio’ya mı yaz­dı­ra­lım?’ de­dim. Ben ko­nu­şur­ken ka­yın­pe­de­rim Kâzım Pa­şa da­hil, her­kes, Ata­türk’ün kı­za­ca­ğın­dan kor­ka­rak on­dan uzak­laş­mış­tı. Ata­türk, Ma­a­rif Ve­ki­li’ne: ‘Ço­cuk doğ­ru söy­lü­yor Ne­ca­ti Bey! Bu işi dur­du­run, bi­zim­ki­ler yap­sın­lar’ de­di.”

Mü­zik Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
“Kla­sik Türk Mü­zi­ği” ve­ya “Türk Sa­nat Mü­zi­ği” di­ye ad­lan­dı­rı­lan ge­le­nek­sel Türk mü­zi­ği­nin kö­ken­le­ri, he­men he­men bü­tün Os­man­lı ku­rum­la­rı ve sa­nat üslûplarının ter­si­ne, Sel­çuk­lu­lar­dan ve Ana­do­lu bey­lik­le­rin­den de­ğil, Ab­ba­si, Ce­la­yir­li ve Ti­mur­lu sa­ray­la­rın­da­dır.[18] Mü­zi­ko­log­lar özel­lik­le Or­ta­do­ğu ül­ke­le­ri mü­zik­le­ri­ni İslâm mü­zi­ği ola­rak ad­lan­dır­mak­ta­dır­lar. Cum­hu­ri­yet’in ku­ru­lu­şu ile bir­lik­te, Ba­tı kül­tür çev­re­si­ne gir­me, çağ­daş­laş­ma yo­lun­da cid­di adım­lar atıl­mış­tır. Ulu­sal kim­lik edin­me ça­lış­ma­la­rı sü­rer­ken, Ba­tı mü­zi­ği ile be­ra­ber ye­ni ürün­ler el­de edil­me­ye ça­lı­şıl­mış­tır.[19] Os­man­lı­la­rın Ba­tı (Kla­sik Ba­tı) mü­zi­ğiy­le ta­nış­ma­la­rı­ di­ğer bü­tün alanlar­da ol­du­ğu gi­bi, sa­ray ara­cı­lı­ğıy­la ol­muş­tur. Av­ru­pa­lı sa­nat­çı­lar ül­ke­ye ge­lip kon­ser ver­miş­ler­dir. Sa­ray dü­ğün ve tö­ren­le­rin­de Ba­tı mü­zi­ği­ne de yer ve­ril­miş­tir. Do­ni­zet­ti Pa­şa Mı­zı­kay-ı Hu­ma­yun’un ba­şı­na ge­ti­ril­miş ve onu Gu­a­tel­li Pa­şa gi­bi bir­çok Av­ru­pa­lı iz­le­miş­tir.[20] Dev­ri­min en zor uy­gu­lan­dı­ğı alan mü­zik ol­muş­tur. Va­r o­lan mü­zi­ğin ye­ri­ni di­na­mik, bi­lim­sel, çağ­daş, ulu­sal Türk mü­zi­ği­nin al­ma­sı ge­re­ki­yor­du.[21]
Ata­türk bü­tün alan­lar­da çağ­daş uy­gar­lı­ğı ya­ka­la­ya­bil­mek için, bu ye­ni kül­tür or­ta­mın­da çok ses­li bir Türk mü­zi­ği­nin oluş­ma­sın­dan ya­na­dır. Cum­hu­ri­yet­le bir­lik­te mü­zik ala­nın­da şu ge­liş­me­ler iz­len­miş­tir: 1916’da İs­tan­bul Ma­a­rif Nez­ha­re­ti ta­ra­fın­dan ku­ru­lan “Da­rü­lel­han” 1923’de vilâyete bağ­lan­mış ve “Garp Musikîsi Şu­be­si” açı­lıp “ya­rı kon­ser­va­tu­ar” du­ru­mu­na ge­ti­ril­miş­tir.[22]
Ba­tı­lı­laş­ma ça­lış­ma­la­rı­nın hız­lan­dı­rıl­ma­sı­nı is­te­yen Ata­türk’ün di­rek­tif­le­riy­le dü­zen­le­me­ye baş­la­nan en uy­gun ve tek top­lu­luk “Mü­zi­ka­yı Hü­ma­yun”‘dur.[23] Ço­ğun­lu­ğu Cum­hu­ri­yet­ten ön­ce ku­ru­lan Makâm-ı Hilâfet mı­zı­ka­sı (Mı­zı­ka-ı Hümâyûn) üye­le­rin­den olu­şan bir or­kest­ra Os­man Ze­ki Ün­gör yö­ne­ti­min­de oluş­tu­rul­muş­tur.[24] Bu­gün­kü Cum­hur­baş­kan­lı­ğı Sen­fo­ni Or­kest­ra­sı’nın çe­kir­de­ği söz ko­nu­su olan top­lu­luk­tur.[25] 2 Ni­san 1924’de Ay­nı Or­kest­ra “Ri­ya­se­ti Cum­hur Mu­si­ki He­ye­ti” adı­nı alıp, Cum­hur­baş­kan­lı­ğı’na bağ­lan­mış­tır. 16 Tem­muz 1921’de An­ka­ra’da Ma­a­rif Kong­re­si top­lan­mış, mü­zik eği­ti­min­de çağ­daş yak­la­şım­la­rın ge­rek­li­li­ği tar­tı­şıl­mış­tır. 1 Ey­lül 1924’de An­ka­ra Musikî Mu­al­lim Mek­te­bi açıl­mış­tır. 1928-1933 yıl­la­rı ara­sın­da bu mek­tep­te öğ­ret­men, or­kest­ra ele­ma­nı ve de askerî ban­do ele­ma­nı ye­tiş­tir­me­ye ça­lı­şıl­mış­tır. Bu zor­la­ma oku­lun eği­tim prog­ra­mı­na zarar ver­miş­tir. Musıkî Mu­al­lim mek­te­bi bi­na ve imkân ola­rak ye­ter­siz­dir. Çe­şit­li dö­nem­ler­de eği­tim yıl­la­rı, müf­re­dat ve ba­şa­rı sı­nav­la­rın­da de­ği­şik­lik­ler ol­muş­tur. 1927’de İs­tan­bul Kon­ser­va­tu­a­rı öğ­re­ti­me baş­la­mış ve şark mü­zi­ği eği­ti­mi­ni so­na er­dir­miş­tir. Ana­do­lu’dan der­le­me­ler ya­pıl­mış ve bu der­le­me­ler def­ter ha­lin­de ya­yın­lan­mış­tır. 12 Ara­lık 1924’de İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si Ede­bi­yat Fa­kül­te­si’ne bağ­lı ola­rak Tür­ki­yat Ens­ti­tü­sü,[26] 1 Ka­sım 1927’de An­ka­ra’da Ana­do­lu Halk bil­gi­si der­ne­ği,[27] 18 Tem­muz 1930’da An­ka­ra Et­nog­raf­ya Müzesi[28] ve 19 Şu­bat 1932’de Hal­kev­le­ri­nin açılmasıyla[29] Türk bes­te­ci­le­ri­ne ulu­sal mo­tif ve te­ma mal­ze­me­le­ri sağ­lan­mış­tır. Yo­ğun et­nog­ra­fik ve fok­lo­rik ça­lış­ma­la­ra gi­ri­şil­miş­tir. Ba­tı’da­ki kon­ser­va­tu­var­la­rı ör­nek alan, dev­let des­te­ğin­de bir kon­ser­va­tu­ar kur­mak için ün­lü Al­man bes­te­ci Pa­ul Hin­de­mith çalışmalara başlamış ve 1936 yılında An­ka­ra Dev­let Kon­ser­va­tu­a­rı hizmete girmiştir.[30]
Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu dö­ne­min­de bir iş ko­lu ola­rak be­nim­sen­me­yip kü­çüm­se­nen mü­zik, Cum­hu­ri­yet’ten son­ra en elit ta­ba­ka­la­ra mah­sus çok özel bir alan ola­rak ye­ri­ni al­mış, bir­çok aşa­ma­yı ba­şa­rıy­la geç­miş­tir. Bü­yük ön­der Ata­türk mü­zik ala­nın­da­ki ge­liş­me­le­ri ya­kın­dan ta­kip et­miş, bir­çok de­fa ko­nuy­la il­gi­li gö­rüş­le­ri­ni ay­rın­tı­la­rıy­la ak­tar­mış ve özel ola­rak müzik ile il­gi­len­miş­tir.[31] Bu ko­nu­da kay­nak­lar­da yer alan gö­rüş­le­rin­den ba­zı­la­rı şun­lar­dır:
“Ha­yat­ta mu­si­ki lâzım de­ğil­dir. Çün­ki ha­yat mu­si­ki­dir. Mu­si­ki ile alâkası ol­ma­yan mah­lu­kat in­san de­ğil­dir. Eğer mev­zu­ba­his olan ha­yat in­san ha­ya­tı ise, mu­si­ki be­he­me­hal var­dır. Mu­si­ki­siz ha­yat za­ten mev­cut ola­maz. Mu­sı­ki ha­ya­tın ne­şe­si, ru­hu, sü­ru­ru ve her­şe­yi­dir. Yal­nız mu­sı­ki­nin ne­vi sa­ya­nı mü­ta­la­a­dır.”[32]
“Ar­ka­daş­lar, gü­zel sa­nat­la­rın hep­sin­de ulus genç­li­ği­nin ne tür­lü iler­le­til­me­si­ni is­te­di­ği­ni­zi bi­li­rim. Bu ya­pıl­mak­ta­dır. An­cak bun­dan en ça­buk, en ön­de gö­tü­rül­me­si ge­rek­li olan Türk mu­sı­ki­si­dir. Bir ulu­sun ye­ni de­ği­şik­li­ğin­de öl­çü, mu­sı­ki­sin­de de­ği­şik­li­ği ola­bil­me­si, kav­ra­ya­bil­me­si­dir. Bu­gün din­le­ni­len mu­sı­ki yüz ağar­ta­cak de­ğer­den uzak­tır. Bu­nu açık­ça bil­me­li­yiz. Ulu­sal, in­ce duy­gu­lar, dü­şün­ce­ler an­la­tan yük­sek de­yiş­le­ri, söy­le­yiş­le­ri top­la­mak, on­la­rı bir­gün ön­ce ge­nel mu­sı­ki ku­ral­la­rı­na gö­re iş­le­mek ge­re­kir. An­cak; bu yü­zey­de, Türk ulu­sal mü­zi­ği yük­se­le­bi­lir, ev­ren­sel mu­sı­ki­de ye­ri­ni ala­bi­lir.”[33]
Ata­türk 27 Ekim 1922 gü­nü Bü­yük Za­fer’i kut­la­mak için İs­tan­bul’dan Bur­sa’ya ge­len öğ­ret­men­le­re Şark Ti­yat­ro­su’nda­ki top­lan­tı­da şöy­le ses­len­miş­tir:
“Ha­nım­lar, bey­ler! Or­du­la­rı­mı­zın ih­raz et­ti­ği za­fer, si­zin ve si­zin or­du­la­rı­nı­zın za­fe­ri için yal­nız ze­min ha­zır­la­dı… Ger­çek za­fe­ri siz ih­raz ve ida­me ede­cek­si­niz ve be­he­ma­hal mu­vaf­fak ola­cak­sı­nız. Mil­le­ti­mi­zin siyasî, içtimaî ha­ya­tın­da, mil­le­ti­mi­zin fik­ri ter­bi­ye­sin­de reh­ber’imiz ilim ve fen ola­cak­tır. Mek­tep sa­ye­sin­de, mek­te­bin ve­re­ce­ği ilim ve fen sâyesindedir ki Türk mil­le­ti, Türk sa­na­tı, iktisadiyâtı, Türk şi­ir ve ede­bi­ya­tı, bü­tün bedâyii’yle inkişâf eder.”[34]
Ata­türk’ün 1 Mart 1923’te TBMM Dör­dün­cü dö­nem açı­lış ko­nuş­ma­sın­dan:
“Efen­di­ler! Ter­bi­ye ve ted­ris’te tat­bik edi­le­cek usûl, malûmatı, in­san için faz­la bir süs, bir va­sı­ta-ı ta­hak­küm, ya­hut me­de­ni bir zevk’ten zi­ya­de, mad­di ha­yat’ta mu­vaf­fak ol­ma­yı te­min eden, ame­li ve ka­bil-i istimâl bir ci­haz ha­li­ne ge­tir­mek­tir… Ame­li ve şâmil bir ma­a­rif için hu­dud-ı va­ta­nın me­ra­kiz-i mü­him­me­sin­de as­ri kü­tüp­ha­ne­ler, ne­ba­tat ve hay­va­nat bah­çe­le­ri, kon­ser­va­tu­var­lar, da­rül­me­sa­i­ler, mü­ze­a­a­lar’la teç­hi­zi ica­bet­mek­te­dir.”[35]
8 Ağus­tos 1928 ge­ce­si, İs­tan­bul’da, Sa­ray­bur­nu Ga­zi­no­su’nda hal­ka Harf Dev­ri­mi’ni du­yu­ran Ata­türk, ora­da ye­ni harf­le ka­le­me al­dı­ğı ve Fa­lih Rıf­kı’ya okut­tu­ğu ya­zı­da şöy­le di­yor­du:
“Bu ge­ce bu­ra­da, gü­zel bir te­sa­düf ese­ri ola­rak Şark’ın en müm­taz iki mu­sı­ki he­ye­ti­ni din­le­dim. Bil­has­sa sah­ne­yi bi­rin­ci ola­rak tez­yin eden Mü­ni­re’t-ül Meh­di­ye Ha­nım sanatkârlığında mu­vaf­fak ol­du. Fa­kat be­nim Türk his­si­ya­tım üze­rin­de ar­tık bu mu­si­ki, bu ba­sit mu­si­ki, Tür­kün çok mün­ke­şif ruh ve his­si­ni tat­mi­ne ka­fi gel­mez. Şim­di kar­şı­da me­de­ni dün­ya­nın mu­sı­ki­si de işi­til­di. Bu ana ka­dar Şark mu­sı­ki­si de­ni­len te­ren­nüm­ler kar­şı­sın­da kan­sız gi­bi gö­rü­nen halk, der­hal ha­re­ke­te ve fa­a­li­ye­te geç­ti. Hep­si oy­nu­yor ve şen şâtırdırlar, ta­bi­a­tın ica­ba­tı­nı ya­pı­yor­lar. Bu pek ta­bi­i­dir. Ha­ki­ka­ten Türk, fıt­ra­ten şen şâtır’dır. Eğer onun bu gü­zel hu­yu bir za­man için fark olun­ma­mış­sa, ken­di­nin ku­su­ru de­ğil­dir. Ku­sur­lu ha­re­ke­tin acı fe­la­ket­li ne­ti­ce­le­ri var­dır. Bu­nun fâriki ol­ma­mak ka­ba­hat­ti.
İş­te Türk mil­le­ti bu­nun için gam­lan­dı. Fa­kat ar­tık mil­let ha­ta­la­rı­nı ka­nı ile tas­hih et­miş­tir. Ar­tık müs­te­rih­tir. Ar­tık Türk şen­dir, fıt­ra­tin­de ol­du­ğu gi­bi, ar­tık Türk şen­dir. Çün­kü ona iliş­me­nin hatarnâk ol­du­ğu­nu tek­rar is­pat is­te­mez ka­na­a­tin­de­dir. Bu ka­na­a­tay­nı za­man­da te­men­ni­dir.”[36]
30 Ka­sım 1929. Ata­türk ve Emil Lud­wig’in di­ya­lo­ğu şöy­le ak­ta­rı­lır:
“Ata­türk – Mon­tes­qu­i­eu’nün ‘Bir mil­le­tin mu­si­ki­de­ki mey­li­ne ehem­mi­yet ve­ril­mez­se, o mil­le­ti iler­let­mek müm­kün ol­maz’ sö­zü­nü oku­dum; tas­dik ede­rim. Bu­nun için mu­sı­ki­ye pek çok iti­na gös­ter­mek­te ol­du­ğu­mu gö­rü­yor­su­nuz.
Ga­ze­te­ci – Biz Garp­li­le­re gö­re Şark mu­sı­ki­si­nin ku­lak­la­rı­mı­za ge­len ga­ra­be­ti ci­he­tin­den bah­set­tim ve de­dim ki:
‘Şar­kın yegâne an­la­ya­ma­dı­ğı­mız bir fen­ni var­sa o da mu­sı­ki­si­dir.’
Ga­zi, o za­man bu mu­sı­ki­nin Türk­çe’de tes­mi­ye­si­ne iti­raz ede­rek şöy­le de­miş­tir:
– Bun­lar hep Bi­zans’tan kal­ma şey­ler­dir. Bi­zim hakikî mu­sı­ki­miz Ana­do­lu hal­kın­da işi­ti­le­bi­lir.
– Bu nağ­me­le­rin ıs­la­hiy­le te­rak­ki et­ti­ril­me­si müm­kün de­ğil mi­dir?
– Garp mu­si­ki­ci­li­ği bu­gün­kü ha­li­ne ge­lin­ce­ye ka­dar, ne ka­dar za­man geç­ti?
– Dört­yüz se­ne ka­dar geç­ti.
– Bi­zim bu ka­dar za­man bek­le­me­ye vak­ti­miz yok­tur. Bu­nun için Garp mu­sı­ki­si­ni al­mak­ta ol­du­ğu­mu­zu gö­rü­yor­su­nuz.”[37]

Ti­yat­ro Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
Cum­hu­ri­yet’in ila­nın­dan Ata­türk’ün ölü­mü­ne ka­dar ge­çen ilk on beş yıl­da ti­yat­ro, dev­rim­le­rin hal­ka an­la­tı­lıp, be­nim­se­til­me­sin­de önem­li rol­ler üst­len­miş­tir. Ata­türk’ün il­gi ve des­te­ği sa­ye­sin­de ti­yat­ro­nun bir ka­mu hiz­me­ti ol­du­ğu gö­rü­şü yer­leş­miş­tir. Müs­lü­man ka­dın­la­rın sah­ne­de ye­ri­ni al­ma­sı so­nu­cun­da ti­yat­ro­la­rın var­lık­la­rı ta­mam­lan­mış olur. 1930’da çı­ka­rı­lan Be­le­di­ye Ka­nu­nu sa­ye­sin­de bir ba­kı­ma be­le­di­ye­le­re ti­yat­ro­la­rın hi­ma­ye­si gö­re­vi ve­ril­miş­tir. Bu dö­ne­min ilk özel ti­yat­ro­su Mil­li Sah­ne, ikin­ci­si Muh­sin Er­tuğ­rul’un Fe­rah Sah­ne­si ol­muş­tur. 1935’de İs­tan­bul Şe­hir Ti­yat­ro­su, ço­cuk tem­sil­le­ri­ne baş­la­mış, 1934’de An­ka­ra, Mil­li Mu­sı­ki ve Tem­sil Aka­de­mi­si, 1936’da Dev­let Kon­ser­va­tu­va­rı Ti­yat­ro Bö­lü­mü açıl­mış­tır.[38]
Ti­yat­ro­nun ku­rum­sal­laş­ma ça­lış­ma­la­rıy­la bir­lik­te me­tin, sah­ne, de­kor, kos­tüm alan­la­rın­da da çağ­daş­laş­ma ça­ba­la­rı sür­müş­tür. Sah­ne, sa­nat­çı ve de­kor bir­li­ği­ni sağ­la­yan sah­ne ışı­ğı kul­la­nıl­ma­ya baş­lan­mış­tır. Ti­yat­ro­nun her ay­rın­tı­sıy­la ay­rıl­maz bir bü­tün ol­du­ğu fik­ri­nin be­nim­sen­di­ği­ni gör­mek­te­yiz.[39]

Fo­toğ­raf Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
İlk kez se­ki­zin­ci yüz­yıl­da Ce­bir İb­ni Hay­yam’ın gü­müş nit­ra­tın ka­rar­ma­sı­nı keş­fin­den son­ra, ta­rih za­man­la­rın­da ge­li­şi­mi­ni hız­la yü­rü­ten fo­toğ­raf­la Os­man­lı 1830’lar­da ta­nış­mış­tır. Di­ğer gü­zel sa­nat alan­la­rın­da ol­du­ğu gi­bi din­sel se­bep­ler su­nu­la­rak, bu ta­nış­ma­nın ge­cik­ti­ril­di­ği gö­rü­lür. Çe­şit­li ga­ze­te ve der­gi­ler­de ko­nu ile il­gi­li ya­yın­lar baş­la­mış­tır. Na­sıl fo­toğ­raf çe­ki­le­ce­ği­ne iliş­kin ki­tap­la­rın di­li­mi­ze çe­vi­ri­le­ri ya­pıl­mış­tır. 1842’de İs­tan­bul’da Mös­yo Kom­pa Be­yoğ­lu’nda fo­toğ­raf çek­me­ye baş­la­mış­tır. 1856’da ilk fo­toğ­raf­ha­ne açıl­mış, fo­toğ­raf sa­ray çev­re­sin­de de ka­bul gör­me­ye baş­la­mış­tır. İlk Müslüman fo­toğ­raf­çı­lar 1900’ler­de çık­mış­lar­dır. 1920’ler­de fo­toğ­raf stüdyolarının şu­be­le­ri açıl­mış­tır. Cum­hu­ri­yet son­ra­sın­da fo­toğ­raf­çı­lık ala­nın­da ge­liş­me­ler ol­muş­tur. Fo­toğ­raf kanunî iş­lem­ler­de kul­la­nıl­ma­ya baş­lan­mış­tır. Çe­şit­li fo­toğ­raf ya­rış­ma­la­rı dü­zen­len­miş­tir. Çe­şit­li fo­toğ­raf­çı­lık ku­lüp ve der­nek­le­ri ku­rul­muş­tur. Ce­mal Işık­sel Ata­türk’ün özel fo­toğ­raf­çı­sı ola­rak ça­lış­mış­tır. Ulus­la­ra­ra­sı ba­şa­rı­lar el­de eden Ara Gü­ler gi­bi sa­nat­çı­la­rın ça­lış­ma­la­rıy­la sa­nat­sal fo­toğ­raf te­rim­le­ri kul­la­nıl­ma­ya baş­lan­mış­tır. “Fo­toğ­raf”, “fo­toğ­raf gi­bi re­sim”, “fo­toğ­ra­fa ben­ze­me­yen re­sim” gi­bi kav­ram­la­rın tar­tı­şıl­ma­sı gün­de­me gel­miş­tir.[40]

Si­ne­ma Sa­na­tı Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
Di­ğer sa­nat alan­la­rı­nın ak­si­ne si­ne­ma sa­na­tı ica­dın­dan he­men bir yıl son­ra ül­ke­mi­ze gel­miş­tir (1896-97). Ön­ce Sa­ray’a son­ra hal­ka gös­te­ri­len si­ne­ma fi­lim­le­ri in­san­la­rı bü­yü­le­miş­tir. 1908’de Sig­mund We­in­berg İs­tan­bul’da Ci­ne­ma Pathé adın­da ilk sü­rek­li si­ne­ma sa­lo­nu­nu iş­let­me­ye baş­la­mış­tır. İs­tan­bul’da aktüalite film­le­ri çe­kil­miş­tir. Si­ne­ma film­le­ri çe­kil­me­si için Or­du Si­ne­ma Da­i­re­si ku­rul­muş­tur. Ayas­te­fa­nos’ta­ki Rus Abi­de­si’nin yı­kı­lı­şı­nı ko­nu alan 150 met­re­lik film­le Fu­at Uz­kı­nay ilk Türk bel­ge­sel fil­mi­ni çek­miş­tir. 1916’da “Hik­met Ağa’nın İz­di­va­cı” ad­lı ilk ko­nu­lu film ya­pıl­mış­tır. Bu fil­mi Se­dat Si­ma­vi’nin Pen­çe ve Ca­sus’u, Ah­met Fe­him’in Mü­reb­bi­ye ve Bin­naz’ı, Fik­ret Sa­di’nin Bi­can Efen­di Ve­kil­harç’ı iz­len­miş­tir. 1922’den son­ra si­ne­ma­da ti­yat­ro­cu Muh­sin Er­tuğ­rul’un et­ki­si ken­di­ni gös­te­rir. M. Er­tuğ­rul, Ke­mal ve İpek film adı­na ça­lış­mış­tır. 1931’de ilk ses­li si­ne­ma fil­mi­ni yö­net­miş­tir. 1930’da san­sür uy­gu­la­ma­la­rı baş­la­mış bu ne­den­le Türk si­ne­ma­cı­la­rı yıl­lar­ca öz­gür ça­lış­ma or­ta­mı bu­la­ma­mış­tır.[41]
Türk sine­ma­sı­nın he­men he­men dün­yay­la ay­nı an­da baş­la­yan ma­ra­to­nu za­man­la ge­ri­den iz­le­me­si ge­rek­miş­tir. Bu ge­ri­le­yi­şin se­be­bi hız­la ge­li­şen, çok ta­le­bi olan ve bü­yük fi­nans­man­la­rı ge­rek­ti­ren si­ne­ma sek­tö­rü için Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti Dev­le­ti ve de özel gi­ri­şim­ci­le­rin ye­ter­li ser­ma­ye­ye sa­hip ol­ma­ma­sı sa­yı­la­bi­lir. Ay­rı­ca bu alan­da eği­tim ve­ren ku­rum­la­rın ol­ma­yı­şı ve tek­no­lo­jik ek­sik­lik­ler de ek­le­nin­ce ge­ri­le­me­le­rin ne­den­le­ri da­ha iyi an­la­şı­la­cak­tır.[42]

Mü­ze­ci­lik Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
M.Ö. 300 yı­lın­da ilk ör­nek­le­ri­ne rast­la­dı­ğı­mız ko­lek­si­yon­cu­luk ve mü­ze­ci­lik ça­lış­ma­la­rı­nın 17. yüz­yı­lın or­ta­la­rın­dan iti­ba­ren mo­dern an­lam­da dü­zen­le­me­ler­le gü­nü­müz ör­nek­le­ri­nin ön­cü­le­ri ol­du­ğu­nu gör­mek­te­yiz. Yur­du­muz­da es­ki eser ko­lek­si­yon­cu­lu­ğu­nun ilk ör­ne­ği­ne Sel­çuk­lu­lar’da rast­lı­yo­ruz. Os­man­lı­lar za­ma­nın­da da es­ki eser top­la­yı­cı­lı­ğı­nın bir be­lir­ti­si olan spo­li (dev­şir­me) mal­ze­me­le­rin kul­la­nı­lı­şı­na ta­nık ol­mak­ta­yız. Mü­ze­ci­li­ği­mi­zin bu­gün­kü du­ru­mu­na ge­lin­ce, ana kay­nak olan te­mel dü­şün­ce­ler Ata­türk il­ke­le­riy­le sı­kı sı­kı­ya bağ­lan­tı­lı­dır. Ata­türk, Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu’nun
kül­tü­rel bi­ri­ki­mi­ni yad­sır­ken, Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti’nin ye­ni kül­tü­rel öğe­ler­le des­tek­len­me­si­nin zo­run­lu ol­du­ğu­nu çok iyi bi­li­yor­du. Türk Ulusçuluğu­nu güç­len­dir­mek için top­lum­da­ki iki­li­li­ği or­ta­dan kal­dır­ma­ya ve Türk Ulu­su­nun Ta­rih­sel kö­ke­ni­ni be­lir­le­me­ye özen gös­te­ri­yor­du. Onun iz­niy­le ku­ru­lan “Türk Ta­rih Ku­ru­mu” Tür­ki­ye’de ta­rih, ar­ke­o­lo­ji ve sa­nat ile mü­ze­ci­li­ğin hız­la ge­liş­me­si­ne yol aç­mış­tır. Her dev­re ait sa­nat zen­gin­lik­le­ri­ne sa­hip yur­du­muz Türk mü­ze­le­ri için son­suz bir kay­nak sun­mak­ta­dır.[43] Tür­ki­ye’de mü­ze­ci­lik 1846’da Har­bi­ye Na­zı­rı Da­mat Fet­hi Ah­med Pa­şa’nın gi­ri­şim­le­riy­le baş­la­dı. Os­man­lı or­du­su­nun çe­şit­li dö­nem­le­ri­ne ait si­lah­la­rın to­par­lan­dı­ğı Aya İri­ni’de, ül­ke­nin her ye­rin­den ge­ti­ri­len es­ki ya­pıt­la­rın da ek­len­me­siy­le Mec­mua-i Âsar-ı Ati­ka oluş­tu­rul­muş­tur. 1869’da adı Mü­ze-i Hu­ma­yun’a çev­ril­miş olan bu ku­ru­mu 1879’da Mah­mut Ne­dim Pa­şa kal­dır­mış­tır. 1873’de mü­ze Çi­ni­li Köşk’e ta­şın­mış ve Os­man Ham­di Bey’in mü­ze mü­dür­lü­ğü­ne gel­me­si­nin ar­dın­dan ge­liş­me­ler hız­lan­mış­tır. 1908’de mü­ze­nin adı Asar-ı Ati­ka Mü­ze­si ola­rak de­ğiş­ti­ril­miş­tir. Cum­hu­ri­yet’in ilânından son­ra, he­men her il­de bir mü­ze açıl­mış­tır. Top­ka­pı ve Dol­ma­bah­çe baş­ta ol­mak üze­re tüm es­ki köşk ve sa­ray­lar mü­ze­ye dö­nüş­tü­rül­müş­tür. Aya­sof­ya, Ka­ri­ye, Fet­hi­ye gi­bi Bi­zans ki­li­se­le­ri mü­ze ya­pıl­mış­tır. Es­ki Şark Eser­le­ri Mü­ze­si, İs­tan­bul Ar­ke­o­lo­ji Mü­ze­si, Türk ve İslâm Eser­le­ri Mü­ze­si, Askerî Mü­ze, An­ka­ra Ana­do­lu Me­de­ni­yet­le­ri Mü­ze­si gi­bi ya­pı­la­rın ona­rı­la­rak ya da baş­ka bi­na­la­ra ta­şın­mak su­re­tiy­le hal­ka hiz­met et­me­le­ri sağ­lan­mış­tır. Ya­pı­lan ça­lış­ma­lar­la mü­ze­le­rin çağ­daş ha­le ge­ti­ril­me­si plânlanmıştır.[44]

Ar­ke­o­lo­ji Ala­nın­da­ki Ge­liş­me­ler
Ana­do­lu’da ilk ka­zı Tro­ya’da He­in­rich Schli­e­mann ta­ra­fın­dan ger­çek­leş­ti­ril­miş­tir (1871). Dörp­feld bu ka­zı­la­rı sür­dür­müş­tür. Al­man­lar, Per­ga­mon, Pri­e­ne, Mi­le­tos ve Didy­ma’da; Avus­tur­ya­lı­lar, Ep­he­sos’ta; Ame­ri­ka­lı­lar, Sar­des’te ka­zı­lar yap­mış­lar­dır. 1893-94’de ya­pı­lan ya­pı­lan ça­lış­ma­lar­la özel­lik­le Hi­tit uy­gar­lı­ğı­nın or­ta­ya çı­ka­rıl­ma­sı­na ça­lı­şıl­mış­tır. Mak­ri­di Bey ve Hu­go Winc­kler, Bo­ğaz­köy’de; Sir Le­o­nard, Wo­ol­lay, Ka­ra­ka­mış’ta; John Gars­tang, Sak­ça­gö­zü’nde; Von Lusc­han, Zin­cir­li’de ka­zı­lar yap­mış­lar ve en önem­li Geç Hi­tit kent­le­ri­ni bul­muş­lar­dır.
Tür­ki­ye’de ar­ke­o­lo­ji, Cum­hu­ri­yet’in ila­nın­dan son­ra Ata­türk’ün il­gi­siy­le önem ka­zan­mış­tır. Rem­zi Oğuz Arık ve H.Z. Ko­şay’ın Ah­lat­lı­bel ve Ala­ca­hö­yük’te ka­zı yap­ma­la­rı ve Türk Ta­rih Ku­ru­mu’nun ka­zı­la­ra spon­sor ol­ma­sı, ka­zı so­nuç ra­por­la­rı­nın Ku­rum’un mat­ba­a­la­rın­da ba­sı­lıp da­ğı­tıl­ma­sı ile sa­nat ta­ri­hi­ne bü­yük hiz­met ya­pıl­mış­tır. İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si Ede­bi­yat Fa­kül­te­si ile An­ka­ra Üni­ver­si­te­si Dil ve Ta­rih Coğ­raf­ya Fa­kül­te­le­rin­de ar­ke­o­lo­ji kür­sü­le­ri ku­rul­muş­tur. Âsar-ı Ati­ka Ni­zam­na­me­si ile ko­ru­ma al­tı­na alı­nan ören yer­le­rin­de bir­çok ka­zı ya­pıl­ma­ya de­vam edil­miş­tir. Bu ka­zı­lar­da el­de edi­len ma­ter­yal­le­ri ko­ru­mak için he­men he­men her il­de bir mü­ze açıl­mış­tır. Ka­zı ya­pal­ma­sı iz­ni için ge­rek­li kanunî dü­zen­le­me­ler be­lir­len­miş­tir. Ka­zı iz­ni için Kül­tür Ba­kan­lı­ğı Es­ki Eser­ler ve Mü­ze­ler Ge­nel Mü­dür­lü­ğü’ne mü­ra­ca­at edil­me­si ve Ba­kan­lar Ku­ru­lu’nun ka­ra­rı ile ka­zı ya­pı­la­bil­me­si ka­rar­laş­tı­rıl­mış­tır.

Sa­nat Ta­ri­hi İle İl­gi­li Ça­lış­ma­lar
Ata­türk dö­ne­min­de sa­nat ta­ri­hi ala­nı ile il­gi­li muh­te­lif ça­lış­ma­lar ya­pıl­mış ve bu tür ça­lış­ma­lar Ata­türk ta­ra­fın­dan da önem­se­ne­rek des­tek­len­miş­tir. An­cak, Tür­ki­ye’de sa­nat ta­ri­hi öğ­re­ti­mi ba­ğım­sız bir dal ola­rak İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si, Ede­bi­yat Fa­kül­te­sin­de 1944 se­ne­sin­de baş­la­mış­tır. 1937-1938 yıl­la­rın­da­ki Sa­nat Ta­ri­hi ala­nı­na da­ir araş­tır­ma ve in­ce­le­me­le­rin muh­te­va­la­rı ve iş­lev­le­ri hak­kın­da son de­re­ce de­ğer­li bil­gi­ler bu dö­nem­le il­gi­li ya­pı­la­cak ça­lış­ma­la­ra zen­gin bir kay­nak oluş­tu­rur­lar.[45]

Hal­kev­le­ri
Ata­türk dev­ri­mi­nin ve il­ke­le­ri­nin yay­gın­laş­tı­rı­lıp, kav­ra­na­bil­me­le­ri­ni sağ­la­mak, Cum­hu­ri­yet’in kül­tür atı­lı­mı­nı Mil­li Eği­ti­min ya­nı sı­ra yü­rüt­mek ama­cıy­la Hal­kev­le­ri ku­rul­muş­tur. Hal­kev­le­ri ulu­su ay­nı ül­kü­ye bağ­lı bir kit­le ör­gü­tü ha­li­ne ge­tir­mek, kül­tür, dü­şün­ce bir­li­ği sağ­la­mak, ulu­sal kül­tür bir­li­ği oluş­tu­ran kül­tür öğe­le­ri­ni or­ta­ya çı­ka­rıp ge­liş­tir­mek, kır-kent, köy­lü-ay­dın ay­rı­mı yap­ma­dan her­ke­se eşit hiz­met et­me­yi amaç­la­yan bir ku­ru­luş­tur. Dil-ede­bi­yat, gü­zel sa­nat­lar, tem­sil, spor, sos­yal yar­dım, halk dershaneleri, kurs­lar, kü­tüp­ha­ne, ya­yın, köy­cü­lük, ta­rih ve mü­ze şu­be­le­ri ol­mak üze­re bir­çok dal­da hiz­met ver­miş­tir. Hal­kev­le­ri­nin merkezî ya­yın ör­gü­tü “Ül­kü” der­gi­si dı­şın­da yak­la­şık 40 ka­dar ya­yın or­ga­nı var­dır. 1937-1938 yıl­la­rı ara­sın­da ser­gi, kon­fe­rans, gös­te­ri, ti­yat­ro gi­bi otu­za ya­kın et­kin­lik hal­kev­le­ri bün­ye­sin­de dü­zen­len­miş­tir.[46]

Sonsöz
Sonuç olarak, tüm bu verilerin ve bilgilerin ışığında şöyle bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk dönemi kültür ve sanat ortamına baktığımızda çok net, ilkeli, evrensel gerçeklerden kopmayan, ulusal ve kararlı bir kültür ve sanat politikası ile karşılaşıyoruz. Devletin, tüm sanatçılarına maddi ve manevi olarak destek verdiği, kültür ve sanat alanlarında çalışacak donanımlı kişilerin görevlendirildiği, görev alan her kişinin de görevini en iyi şekilde yapmaya çalıştığı görülmektedir.
Kültür ve sanat alanında yapılan tüm çalışmaların bir lüks olmadığı, “bir ulusun medeni, çağdaş seviyeye ulaşmasında en önemli yapı taşının sanat olduğu” genel kabul görmüş ve benimsenmiştir. Sanat bir halk tabakasına ait, bir sınıf göstergesi olmaktan çok halkı birleştirici bir unsur olarak nitelendirilmiştir. Sanatçıların ise aykırı, uç, toplumdan ayrı bir konumda olmayıp, halkla iç içe, konularını özünden alan, aydın, yol gösterici, birleştirici, yaratıcı, ayrıştırıcı, yansıtıcı ve toplumu kendi süzgeçlerinden geçirip, çağdaş bir yorumla değerlendiren kişi kimlikleriyle öne çıkması beklenmiştir. Bunun için sanatçılara Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin imkânları dahilinde tam destek sağlanmıştır.
Günümüzde kültür ve sanat politikaları oluşturulurken, Atatürk Dönemi Türkiyesi’nin kültür ve sanat anlayışının canlılığından ve kararlı tutumundan yola çıkılması gereği açıkça izlenmektedir. Kültür ve sanat konularıyla ilgilenen ya da uğraşan herkesin de Atatürk dönemindeki başarıların arkasında yatan gerçeği ve dönemin ruhunu tam anlamıyla kavrayarak, kendi geçmiş mirasını, kültür ve uygarlık tarihindeki özgün konumunu, hem kendi toplumunun hem de insanlığın ortak çıkarı doğrultusunda değerlendirmesi durumunda günümüz Türkiyesi’nin kültür ve sanat alanlarına yaklaşımında bir tutarsızlığın, yetersizliğin ya da umursamazlığın olamayacağını ısrarla vurgulamak zorunluluğu vardır.

DİPNOTLAR

[1] Ünsal Yücel, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1983, s.417.
[2] Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, İstanbul 1982, s.304-308. Bkz. Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatı, İstanbul 1996, s.157.
[3] Ünsal Yücel, Çağdaş Düşüncenin Işığında ATATÜRK, İstanbul 1983, s.417.
[4] H. Eroğlu; a.g.e., s.310.
[5] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, 2. Baskı, Ankara 1959, s.125.
[6] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.114.
[7] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s.125-126, 923, Adana.
[8] Bkz. Bir önceki dipnot.
[9] Melahat Özgü, Atatürk’ün Edebiyat ve Sanat Anlayışı, Ankara 1964, s.41.
[10] Bkz. Melahat Özgü, a.g.e., Ankara 1964, s.42; ayrıca bkz., Gültekin, Elibal, Atatürk ve Resim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1973 ve Mehmet Üstünipek, Cumhuriyet’in İlk 50 Yılında Sanat Piyasası, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1999.
[11] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I (Toplayan: Nimet Arslan), Ankara, 1961, s.317.
[12] Melahat Özgü, a.g.e., s.54.
[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II (Toplayan: Nimet Unan), Ankara, 1959, s.67.
[14] Sevay Okay, “Aykırı Sanatın Keyfi: Heykel”, Théma Larousse, (Milliyet Yayınları), Cilt:6, İstanbl 1994, s.342-343.
[15] Krş. Ü. Yücel, a.g.e., s.427-432.
[16] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.66-67.
[17] ÜnsalYücel, a.g.e., s.431-432. Ayrıca bkz.; “Anonim: Heykel”, Ana Brit. Ans. (Hürriyet Yayınları), İstanbul, 1994, C.15, s.235-236-237-238.
[18] Fikret Karakaya, “Osmanlı Öncesi Türk Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.380.
[19] Emel Çelebioğlu, “Türk Beşeri Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.406.
[20] Emel Çelebioğlu, “Türkiye’de Klasik Batı Müziği”, Théma Larousse, Cilt 6, s.404.
[21] Emel Çebioğlu, a.g.e., s.405.
[22] M. Şakir Ülkütaşır, Cumhuriyetle Birlikte Türkiye’de Folklor ve Etnografya Çalışmaları, Ankara, 1973, s.30.vs.
[23] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.45.
[24] Ünsal Yücel, a.g.e., s.433..
[25] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.433.
[26] Ünsal Yücel, a.g.e., s.440.
[27] Ünsal Yücel, a.g.e., s.440.
[28] M. Şakir Ülkütaşır, Cumhuriyetle Birlikte Folklor ve Etnografya Çalışmaları, Ankara, 1973, s.30 ve devamı.
[29] Ülkü, C.I, Şubat 1933, Sayı 1, s.90-93.
[30] Emel Çelebioğlu, a.g.e., s.405.
[31] August R. von Kral, Le Pays de Kemâl Atatürk, (Fransızcaya Çeviren: André Robert), 2.nci baskı, Viyana, 1938, s.173-178.
[32] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, a.g.e., s.231-232.
[33] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, 2’nci Baskı, Ankara, 1961, s.378.
[34] Ünsal Yücel, a.g.e., s.434; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, s.43-45.
[35] Ünsal Yücel, a.g.e., s.434; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I, s.298.
[36] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, (Toplayan: Nimet Unan); Ankara, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, İkinci Basım, 1959, s.252.
[37] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III (Toplayan: Nimet Arslan) II. Baskı; Ankara, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1961, s.89.
[38] Bkz. Murat Tuncay, “Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu”, Théma Larousse, Cilt 6, s.134.
[39] Krş. Melahat Özgü, Atatürk’ün Edebiyat ve Sanat Anlayışı, Atatürk Konferansları, I. Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1964, s.53.
[40] Bkz. Ümit İmer, Modern Fotoğraf Sanatı, İstanbul 1977, s.12-21.
[41] Bkz. “Sinema Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, (Hürriyet Yayınları), C.28, İstanbul, 1994, s.45-50.
[42] Serhan Öztürk, “Sinema”, Théma Larousse Ansiklopedisi, “Milliyet Yayınları), C.6, İstanbul, 1994, s.416-418-419-425.
[43] Bkz. Tayfun Akkaya, “Tarihsel Bir Çizgi İçinde Müzeciliğin Temel İlkeleri ve Nitelikleri”, Ankara Sanat Dergisi, Sayı:239 (Mart 1986), s.16-18, 33.
[44] Bkz. “Müze Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, C.23, s.265-266; Bkz. Sümer Atasoy, Müzeler ve Müzecilik Bibliyografyası (1926-1976), “T.T.O.K. Yayını”, İstanbul, 1979 ve Sümer Atasoy – Nevin Ç. Barut, Müzeler ve Müzecilik Bibliyografyası (1977-1995), Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müzecilik Anabilim Dalı, Yay. No: 306, İstanbul, 1996. Ayrıca bkz.; Aziz Ogan, “Türk Müzeciliğinin Yüzünücü Yıl Dönümü”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, S. 61 (Şubat 1947), s.8-19 ve S. 62 (Mart 1947), s.8-21.; Semavi Eyice, “Arkeoloji ve Sanat Tarihi Hakkında”, Arkeoloji ve Sanat Dergisi, S.1 (Nisan-Mayıs 1978), s.5-7; Bkz. Kıymet Giray, “Osman Hamdi Bey”, Théma Larousse Ansiklopedisi, (Milliyet Yayınları), C.6, İstanbul, 1993-1994, s.332-333; Mehmet Önder, Atatürk ve Müzeler, Türkiyemiz Dergisi 50. Yıl Özel Sayısı, İstanbul 1973.
[45] Oktay Aslanapa, “Türkiye’de Türk Sanatı Araştırmalarının Gelişimi”, Cumhuriyet’in 75. Yılında Kültür ve Sanat Sempozyumu Bildirileri, İstanbul 2000.
[46] Bkz. “Halkevleri Maddesi”, Ana Britannica Ansiklopedisi, C.14, İstanbul, 1994, s.348.

Yorum yapın